Ekranda at yarışı, duvarda Marilyn, fonda Müslüm Baba
Değerli arkadaşımız, kıymetli gazeteci ve barba Behzat Şahin'in izni ile yayınlıyoruz. İlk olarak Diken haber sitesinde yayınlanmıştır.
“Meyhâne mukassî görünür taşradan amma
Bir başka ferah, başka letâfet var içinde”
Nedim
On bininci seyahatim de olsa öncesinde içim heyecandan pır pır eder. Hele de ilk kez gideceğim bir yer ise. İyi de Gaziosmanpaşa’ya gidecek iken niye böyle oldum? Ankara’daki bile değil, bildiğiniz, Taksim’den İETT’nin 55T hat numaralı otobüsüyle gidilen Gaziosmanpaşa. Evime kuş uçuşu 10-15 dakikadır.
Bundan sonra kısaca GOP diyelim.
O salı gününü kendime tatil ilan etmiştim. Öğleden sonra GOP’ta olacak, yıllardır görmediğim bu bölgeyi dolaştıktan sonra kerahat vakti Kansız Kardeşler Meyhanesi’ne (mam-ı diğer Kansızlar Birahanesi) oturacaktım.
Fotoğraflar: Behzat Şahin
GOP’a en son gece muhabirliği yaparken gitmiştim. Demek ki, yuvarlak hesap 30 yıl olmuş. Çoğu gecekondudan mürekkep, yoğun göç aldığı için Türkiye’nin en çok nüfusa sahip ilçesi idi. Vukuat eksik olmazdı.
Neyse efendim, öğleden sonra Taksim’den bindim 55T’ye, tuttum GOP’un yolunu. Merkezdeki yeni belediye binasının önü son durak. Kansız Kardeşler son durağa üç dakika yürüme mesafesinde.
Kerahat vaktinden önce kapıdayım. Mekanın bütün camları film kaplı. Dışarıdan kasvetli bir havası var. Girip selam veriyorum, gayet ilgili bir genç, “Abi hoş geldin” diye karşılıyor. Sanki dün de gelmişim gibi, samimi ve sıcakkanlı. Sağdaki altı kişilik masayı gösteriyorum, “Şöyle oturayım”, “Sıkıntı yok abi” diye buyur ediyor. Yüzüm içeriye dönük yerleşiyorum. Fonda Müslüm Gürses’ten ‘Hasret Rüzgarları‘ çalıyor.
13 masanın 10’u altı, üçü dört kişilik. Arkamdaki masada oturan beyefendiyle sırt sırtayız. Girişin solundaki beş masanın üçünde de birer kişi oturuyor.
Rakıya geçmeden önce bira ve tuzlu fıstık söylüyorum. Bira soğuk, tuzlu fıstık taze geliyor. Tek markanın iki çeşit birası var.
Dışarıdan edindiğim izlenimin aksine ferah bir mekan. Girişin sağında küçük bir bar tezgahı, karşıda meze dolabının arkasında mutfak, diğer yanda da tuvalet yer alıyor. Tuvalette iki pisuvar, bir alaturka kabin var. Yerde at yarışı bültenleri serili. Genel olarak temiz.
Dört televizyon ekranının üçünde O2 TV açık, sessizde, diğerinde at yarışı yayını var. Adisyon masasının çevresindeki duvarlarda Atatürk’ün resim ve fotoğrafları, ortadaki iki kolonun birinde ‘What’s on a man’s mind‘ yazan Sigmund Freud’un malum kara kalem portresi, diğerinde de Marilyn Monroe’nun 1955 tarihli ‘The Seven Year Itch‘ filminde yer alan ikonik siyah-beyaz fotoğrafı asılı. Beyaz ışıklı iki floresan lamba ortamı aydınlatıyor. Viski şişesinden yapılma apliklerle sarkıtlar sönük. Benim taraf biraz daha loş.
Birazdan önümdeki masaya dört kişi geliyor. Belli ki müdavimler. Herkes birbirini tanıyor. Bira patates söyleyip futbol muhabbetine dalıyor, bir yandan da kupon dolduruyorlar.
Biram bitince meze dolabından küçük porsiyonlarda beyin söğüş, Arnavut ciğer, şakşuka, zeytinyağlı taze fasulye, bir de 35’lik rakı söylüyorum. Rakının her çeşidi olmasa da favori rakılarımdan biri var.
Bu kez masa değiştirip floresanlı tarafa geçiyorum. İlk masanın duvar tarafında sırtı salona dönük tek başına bira ve sigara içen bir beyefendi oturuyor. İkinci masanın başına, yüzüm mutfağa dönük yerleşiyorum. “Afiyet olsun” selamımı, 40 yıllık ahbap samimiyetiyle alıp, “İşler hiç iyi değil” diye cevaplıyor. Trafik ışıklarında çiçek satıyormuş. Henüz siftah yapmamış. Birası bitince iki demet gülü alıp işe çıkıyor.
10-15 dakika sonra döndüğünde “Afiyet olsun” deyip eski yerine oturuyor. Bu sırada floresanlar kapatılıp aplikler ve tavandan sarkan amber rengi ledler açılıyor. Biz müşterileri saymazsanız romantik bir ortam.
Birbirimize sırtımız dönük olsa da çapraz oturduğumuz için boynumuz kopmadan rahat sohbet edebiliyoruz. Diğer masalardan biri ona bira ısmarlıyor, belli ki sevip kolluyorlar.
Yılmaz Dirgen 60’ında, babası Selanik göçmeni. Roman şivesiyle teklifsiz konuşuyor. “Para yok millette. Kimse çiçek almıyor.” Az önce çıktığında bir tane gül satabilmiş. 45 yıldır evli. İki çocuğundan büyüğü, 43 yaşında, Almanya’da çalışıyor, ondan dört torunu var. Kız olan küçüğü -kendi deyimiyle- zamanında garibana kaçmış, üç torun da ondan.
45 yıldır içiyormuş. Sadece Ramazan ayında beş vakit namaz kılıp oruç tutuyor, ağzına içki sürmüyormuş. Ama bayramın ilk günü votkayla açılışı yapıyormuş. Dört yıl önce felç geçirmiş, sol elinde ve sol bacağında araz kalsa da ağzı düzelmiş.
“Karımın babası Arnavut, çingene değil, gaco o” diyor. Meğer gaco, romanların kendilerinden olmayanlar için kullandıkları sıfatmış.
“Bundan sonrakini ben ikram edebilir miyim?” diye soruyorum, memnuniyetle kabul edip önündeki birayı fondip yapıyor. Birasını patron getiriyor. Fırsat bilip kendimi tanıtıyorum.
Çağatay Kansız, 27 yaşında, buranın üçüncü kuşak sahibi. Tanıdığım en genç meyhaneci.
Kadir Has Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunu. Kaymakamlık sırası beklerken babasının yükünü hafifletmek için soyunmuş işe, soyunuş o soyunuş. Olgun, yaşsız insanlardan. Belli, her türden insanla muhatap olmuş.
Çağatay Kansız (en sağda) Kadir Has Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunu.
Kansız Ali (ayakta en sağda) İpsiz Recep çetesinin gözüpek üyelerindenmiş.
Kansız soyadının nereden geldiğini soruyorum; malûm, pek hoş çağrışımı yok. Argoda vicdansız, acımasız, duygusuz gibi birçok anlamı var. Üstelik hakaret suçu kapsamında.
Rize’nin Aron (Sütlüce) köyünde doğan büyük büyük dedesi Rus işgaline karşı savaşmış. Kurtuluş Savaşı’nda da İzmit-Kandıra bölgesinde İpsiz Recep çetesine katılıp gerilla savaşı vermiş. Vurulduğunda vücudundan az kan aktığı için Kansız Ali diye anılır olmuş. Savaştan sonra Mustafa Kemal tarafından İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiş. 1934’te çıkan soyadı kanunuyla aile, ithafen, Kansız soyadını almış.
Biz konuşurken Yılmaz yanıma yerleşiyor, bir kadeh rakı da ona dolduruyorum. Çağatay, Yılmaz’a tatlı tatlı sataşıyor: “Adımı doğru söyle sana 100’lük rakı açacağım.” Yılmaz defalarca denese de “Tağaçay” demekten öte gidemiyor. Belli ki yıllardır süren bir dalga konusu. Bunu bilen herkes kahkahayı basıyor. Ortamın letâfeti iyice artıyor.
“En çok hanımından korkar. Yenge bazen almaya gelir, masanın altına saklanır. Yılmaz abinin parası olsa 30 bira içer…”
Bizimle birlikte Yılmaz da eğleniyor. Gidemeyecek durumdaysa eve de bırakırlarmış Yılmaz’ı.
Çağatay’ın dedesi 32 yıl önce devralmış burayı. “Bizden önce de beş senesi var. GOP’un ilk ruhsatlı meyhanesi. Gelenler hep aynı. Sadece maçlarda yabancılar gelir.”
Kandiller, Ramazan ve dini bayramlarda kapalı. Şimdilerde saat 11:00’de açılıyor, kapanış keyfe keder. Eskiden sabah 08:00’de açılırmış. “Gece işi yapanlar çıkışta uğrardı. Çorbaya rakı ekleyip ekmek bananları biliriz. Sonra da eve uyumaya giderlerdi.”
Ana yemek olarak Yılmaz köfte tavsiye ediyor. Güzel seçim. Mezeler de fena değildi.
Herhangi bir indirimden bile rahatsız olacağım uyarısında bulunarak hesabı istiyorum. Gayet makul. 35’lik altın seri 525, mezeler 60’ar, bira 60, köfte 130 lira. Hesap 1150 lira.
Yılmaz ile de vedalaşmak için masaya dönüyorum. “Bi sakal atsana baba” diyor. Karşılığında bütün gülleri vermeye kalkıyor. “Taşıyamam, bir tane yeter” diyorum, en goncasını seçiyor.
Yılmaz sayesinde eve bir gülle gidiyorum. İsmihan pek mutlu oluyor. Düşününce çok uzun zamandır ona çiçek almamışım.