Bizim bayram yerlerimiz vardı.
Bu yazısında “Ah nerede o eski bayramlar?” diyenlere hatıralarından portreler çıkarıyor üstad Vefa Zat. Onsuz geçirdiğimiz tam altıncı Ramazan Bayramında, anısına saygıyla…
Hiç kuşkusuz ki küskün ve dargınların barıştığı, dostluk ilişkilerinin güçlenip pekiştiği, hoşgörünün ve yardımlaşmanın arttığı günler olan bayramların pek çok güzel geleneği de vardır. Çocuklara para verilip armağanlar almak, yoksullara fitre ve zekât dağıtmak, akrabaları evlerinde ziyaret etmek, topluca bayram namazına gitmek, kabir ziyaretlerinde bulunmak bu güzel âdetlerden bazılarıdır.
Bilindiği gibi İslam ülkeleri toplumlarında Ramazan ve Kurban bayramı ibadetleri, gelenekleri ve şenlikleriyle yılın en önemli dini bayramlarıdır. Geçmişte de Osmanlı topraklarında yılın en ayrıcalıklı ve renkli ayı olan Ramazan günleri ulvi heyecanı ve bereketleriyle sevinç içinde yaşanır, arife gününden itibaren bayram kutlama şenlikleri için bayram hazırlıkları yapılırdı.
Bizim yetişebildiğimiz ve görebildiğimiz bayram günlerinde de aynı güzellikler yaşanırdı doyasıya. Sanki geçmişin devamı gibiydi o günler. Çocukluğumda yaşadığım heyecan ve mutluluktan bunu gayet iyi anlayabiliyorum. Bizim ailemiz kalabalık bir aileydi. En küçük kız kardeşimle en büyük ağabeyimin arasında yaklaşık yirmi yaş vardı. Yaş sırasına göre ailemizi sizlere sıralamak istiyorum. En büyük ağabeyim Osman Efendi, sonra sırasıyla Sefa, Sebahat, Seda, Sema, ben, Cengiz ve en küçük kız kardeşim Zişan. Annem ve babam, pek tabii ki en büyüğümüz olan Sevgili Ninem.
Annem Mübarek Ramazan Ayı’nın sonralarına doğru önce ablam ve ağabeylerimin bayram kıyafetleri için alışverişe çıkar, Cengiz, Zişan ve beni en sona bırakırdı. Kolay değil o yokluk ve yoksulluk yıllarında sekiz çocuğu filinta gibi giydirmek çok büyük bir meseleydi. Ama en iyi şekilde başarıyorlardı bunu. Bayram hazırlıkları ve alışverişlerimiz bittiği zaman Cengiz’le birlikte Şekerci sokağının ana caddeye bakan köşesindeki berbere gider ‘alabros’ tarzda saç tıraşı olurduk. Annem de Zişan’ı kadın berberine götürür saçlarını ‘alagarson’ olarak kestirirdi. O yıllarda çocukların bu tarz saç tıraşı yaptırması gelenek halindeydi.
Berber dönüşünde gaz ocaklarının üzerinde kazanlarla su kaynar, bunlar büyük yatak odamızın girişinin sol tarafındaki “gusülhane”ye taşınırdı. Gusülhane dediğim özel bir bölüm duvarın içine düzenlenmişti. Bugünkü duşlara benzer bir şeydi burası. Ama gardırop gibi kapıları vardı. Orada annem bizleri yıkayıp kuruladıktan sonra hepimize ayrı ayrı bayram giysilerimizi verirdi.
Bizler de onları alıp yatağımızın başucuna koyardık ama bayramlık ayakkabılarımızı mutlaka yastıklarımızın altına yerleştirirdik. Çocukluk işte… Nedense o gece uyku tutmazdı hiçbirimizi. Bayram heyecanından olacak.
Aile büyüklerimizin bayram namazı sonrasında eve dönüşüyle birlikte bayram kutlamaları başlardı. Önce ninemizin elini öper, sonra babamdan başlayarak sırasıyla diğer büyüklerimizin bayramını kutlardık. Bu arada ninem alışılmışın dışına çıkıp bana “dana gözü” tabir ettiğimiz on kuruşu verirdi.
Oysaki ben her gün kendisine bakkaldan kırmızı uçlu “Gelincik” sigarası aldığım zaman on para verir, ben de bunları biriktirip kırk para yapar, bununla da bakkaldan küçük bir kesekâğıdı akide şekeri alırdım. Babam da bize bayram harçlıklarımızı dağıtırken günlük istihkakımızın en az beş katını verirdi. Haliyle çok sevinirdik buna.
O yaşlarda pek anlayamadığım bir başka davranışı daha vardı babamın. Saya ve patik atölyemiz bahçemizin içindeydi ve atölyenin yan tarafındaki kapıdan boş bir arsaya çıkılırdı. Çimenlik ve yeşilliklerle dolu bir arsaydı burası. Kimi zaman arkadaşlarımızla bu arsada oynarken, leblebici, macuncu ya da simitçi amcalar gelirlerdi buraya. Ben hemen koşar babamdan simit ya da leblebi helvası almasını isterdim.
Hızla oturduğu tezgâhtan kalkar ve yanımıza gelirdi, yüksünmezdi hiç. Önce ayrım yapmadan bütün arkadaşlarıma istediklerini sorar ve leblebi şekeri ya da macunu sırasıyla arkadaşlarıma dağıtırdı. Ama beni en sona bırakırdı hep. Ben de sürekli olarak “Bana da, bana da” derdim mızıklayarak.
Bir seferinde beni yanına alarak atölyeye götürdü ve “Önce sabretmeyi öğreneceksin, hiç unutma sakın bunu. Sabır yaşamın anahtarıdır. Sabırla beklediğin zaman açılması çok zor olan kapılar bile ardına kadar açılır senin önünde. İnsana ancak sabırla ulaşabilirsin. İnsanı anlamak, kendini tanımak için çok ama çok sabırlı olman gerekir” diyerek başımı okşayıp yanağımı öptü. Kendisinin bu tembihini hayatım boyunca hiç unutmadım, unutamam da.
Neyse, bende iz bırakmış olan iki farklı bayram anımı sizlerle paylaşarak sohbetimize devam edelim. Hiç unutamıyorum, bir 23 Nisan Bayramı’nda bizim sınıfın erkek talebelerine yeşil renkli kısa pantolon, beyaz gömlek ve beyaz ayakkabılı bir kıyafet seçilmişti. Kızlara da Japone kollu pembe bir kıyafet… Tayyare parkının hemen bitişiğindeki Tarihi Belediye Binası’nın önündeki caddede kutlama törenleri için yerlerimizi almıştık.
Binanın önünde yerlerini almış olan bando marşlar çalmaya başlayınca tören yürüyüşüne geçtik. Tam bandonun önünden geçerken asker gibi adım atıyor, kendimi âdeta büyük bir kahraman gibi hissediyorum. Aman efendim aman, vay efemdim vay, öyle bir duygu yoğunluğu yaşıyordum ki kelimelerle anlatılamazdı asla. Ama gözüm de ön sıralarda nazlı nazlı yürüyen sınıf ve sıra arkadaşım Tülin’den ayrılmıyordu hiç. Gözlerim ona kilitlenmişti âdeta.
Bu törenden sonraki hafta Ramazan Bayramı’na denk geldi. O günlerde Aksaray’ın bayram yeri Tarihi Horhor Akar Çeşmesi’nin hemen yanından girilen sokağın sol tarafındaki boşluk arazide kurulurdu. Sofular semtinin başladığı yerde. Bayram yerinde salıncaklar, dönme dolaplar, atlıkarıncalar, tahterevalliler, kaydıraklar, çelik halat üzerinde makaralarla inilen uçan kuleler, daha neler de neler bulunuyordu.
Bu arada rengârenk macun satan macuncular, çeşit çeşit şerbet satan şerbetçiler, leblebi unu, leblebi helvası, kırmızı ve beyaz renkte leblebi şekeri satan leblebiciler. Kâğıt helva, koz helva ve susam helva satan helvacılar, çatal, çörek ve gevrek satan simitçiler bayram yerinin ortalarında dolanıp dururlardı hep. Şam tatlısı ve revani satan tatlıcılar bile vardı.
Çadır tiyatrolarında dans ve akrobasi gösterileri yapılırken, kimi çadırda yarısı balık “Denizkızı” ya da yarısı yılan olan “Şahmeran” gibi yapmacık yaratıklar gösterilerini sürdürürlerdi. Hatta iş bununla da kalmaz, “Yalnız Yedisi Hariç” zar oyunu oynatan üçkâğıtçılar ve karmanyolacılar bile bayram yerinde tezgâh açarlardı.
Hâsılı ne isterseniz vardı bayram yerinde. Kaynana zırıltısı, kiremit tozundan yapılan düdük satan oyuncakçılar bile vardı. “Taş Bebek”ler kızlar tarafından kapış kapış alınırdı. Dahası iki at tarafından çekilen faytonlarla sokak aralarında gezinti yapıldığı gibi at kiralayıp onunla da gezebilirdiniz üstelik.
Biricik arkadaşım Tülin’i oraya ilk götürüşümde bu bayram yerini çok sevmiş, hayran kalmıştı yaşananlara. Aslında bizler yaklaşık 40 milyon insanın hayatını yitirmesine sebep olan ve “Dünyayı Titreten Savaş” olarak nitelenen İkinci Dünya Savaşı’nın mağdur ve mahzun çocuklarıydık. Yoksulduk ama vakurduk. Bu nedenle de bayram yerlerinin inanılmaz bir önemi vardı bizler için. Oyun cennetiydi âdeta her biri.
Bugün Bostancı Lunaparkı’nı, Miniatürk’ü, Atlantis Eğlence Merkezi’ni o günlerdeki bayram yerleriyle kıyasladığımda şimdiki çocuklar için ne kadar seviniyorsam, o günkü akranlarım için de aynı sevinci yaşıyorum. Bizim bayram yerlerimizde belki bugün yaşanan çağdaş güzellikler yoktu ama yine de bizim bayram yerlerimiz vardı. Çocukluk anılarımızdan hiç eksik olmayan…
Ramazan Bayramınız mübarek olsun.
Vefa Zat, 2012
Bu yazı ilk defa buyukkeyif.com’da yayımlanmıştır.