Bir Kadeh Rakı: Kültürlerarası Bağların İfadesi
Rakı sadece bir içki değil, sınırları ve ayrılıkları aşan birleştirici özelliğe sahip bir içkidir. Çilingir sofrası etrafında birleşen insanlar arasında sınır, ırk veya mezhep gibi konuları önemsiz kılar. Feridun Nâdir bu fikirden yola çıkarak rakı kültürünün özgünlüğünü ve hoşgörüsünü kutluyor ve insanların farklılıkları bir kenara bırakıp birlikte keyif alabileceği bir nokta olduğunu savunuyor.
Sabah rakısına “sabuh” denir. Ben en acayip sabuhumu Makedonya’da içtim. Üsküp’ten meşhur Ohri gölü kıyısına gidecektik. Gitmeden Makedon müzisyen arkadaşlarımızın evine kahvaltı için uğradık. Arkadaşımızın 80’lik muhterem babası duymuş nâmımı kahvaltı sofrasında “Bir tek rakı içer misin?” diye sordu. Ve ekledi: “Öyle mastika filan değil, bildiğin rakı. Enfestir.”. Kendisi her sabah bir tek içermiş. “Araba kullanacağım içmeyeyim” dedim. Kulağıma eğildi ve: “Sen içerim de, içmezsen bana verirsin, eşim ikinciye izin vermiyor.”
Reddedemeyeceğim bir teklifti. Meret bir güzel gitti, rakımı devredemedim. Dedim ikinciyi sana veririm. İkinciyi de içtim. Bu arada o kadar çok eğleniyorduk ki eşinden izin çıktı. Sonra müzik başladı. Üçüncüde yavaşladık; dördüncü teki müteakip öğle uykusuna yattık. Ki sabah rakısı sonrası yapılan o güzel öğle uykusuna kaylule denir. Tabii Ohri yolculuğu ister istemez ertelendi. En muteber ehlikeyif hareketi: Durmak.
Rakı buralarındır. İçine Üsküp de girer, Saraybosna da, Selanik de, Halep de, Tiran da, Kahire de. Ben bu saydığım kentlerin hepsinde rakı içtim. Hepsi çok güzeldi. En hüzünlüleri Yunanistan’dakilerdi. Dedeağaç, Selanik, Thasos yahut Kos. Kurduğum çilingire muhakkak civardan bir İstanbul’lu Rum yetişmiş ve muhakkak gözleri dolarak ve hepimizi ağlatarak hikayeler anlatmıştır.
Taa 26 Haziran 1966 tarihli Cumhuriyet’te Atina’ya “göçertilen” meşhur kuyumcu Franguli bakın ne demiş: “Tarabya’da oturup bir kadeh Yeni Rakı içmek, akşam Zeki Müren’i dinlemek için her şeyimi feda ederim.”
Hiç birimizin tanımadığı birileri bu “Ortadoğu ve Balkanlar” da denilen rakı diyarına bir takım çizgiler çizmiş. Çizdiği çizgilere kahramanlık hikayeleri uydurmuş. Marifetmiş gibi kanla çizildi bunlar, itibar edin diye emir kipinde konuşmuş, “Bunların içinde yaşayacaksınız” demiş, gitmiş.
Halbuki Edirne misal Dedeağaç’a da, Burgaz’a da, ne bileyim Filibe’ye de öğle rakısı mesafesinde. Antep, Hatay da Halep’e…
Bodrum’dan uzatsan Kos’takiyle kadeh tokuşturursun be.
Fakat gel gör ki biri Schengen istiyor, öbürü zaten darmadağın. Balkanlardan epeydir sadece soğuk hava, Ortadoğu’dan da gözü yaşlı insanlar geliyor.
Halep. Kesintisiz yerleşim yeri olan dünyanın en eski şehirlerinden. Mazisi MÖ 5-6 binlere kadar uzanıyor. Paris’ten çok önce yemek başkenti olan Halep, tam bir ehlikeyif diyarı. Harikulade memleket. Cânım Halep.
Bu kadar Türkmen’in yaşadığı Halep’te Türkiye Türkçesini en güzel kim konuşur dersiniz? Tabii ki Ermeniler. Hepsi Türkiyeli. Hepsi o “gurur” dolu Türklük inşaatı sırasında kovulmuş. Bir akşam Halep’te çilingirde tanıştığım hediyelik eşya dükkanı olan Malatyalı Ermeni arkadaşım demişti: “Sizinkiler bayılıyor Türkiye’ye mozaik demeye. Yalan. Türkiye Türklerindir. Mozaik burası. Bak, şu benim dükkan. Burasının sahibi Kürt. Yan dükkan Arap. Herkes kendi dilini konuşur, yazar, barış içinde yaşar.”
Maalesef gördük o barışı. O güzelim Halep bir hiç uğruna delik deşik oldu. Şimdilik seçenekler kırk katır ve kırk satır. Herkeste bir “bu musibet gidip başkası gelecek” tedirginliği.
Bir ne uğruna bütün bunlar? Din değil. Zaten aynı dinden hepsi. Hani “bilmemne semti, okulu, şehri” ruhu diye başlayan o tuz ruhu var ya, onun geldiği ileri nokta bu. Rumları Ermenileri buralardan kovmakla zerre kadar farkı yok Halep’i bilmemne için delik deşik etmenin. O bilmemne ne olabilir ki? Ne uğruna olabilir?
Nereden baksanız tutarsızlık. Nereden baksanız ahmakça.
Hep kabile ruhu. Ait olduğun okulu, mahalleyi, semti, ırkı, mezhebi yahut kabileyi büyük, kendi dünyanı bütün dünya zannetme. Bildiğin embesillik.
Hep âdapbilmezlik.
O “Ermeni uşağı” diye bıdı bıdı eden minyatür faşisti oturtun bir rakı sofrasına, önce biraz kıvırır “Her Ermeni bir değil tabii” filan diye. Sonunda “Ermeni kardeşim” diye kalkar masadan. Ben defalarca şahit oldum. Rakı milliyetçilik musibetine devadır.
Milliyetçilik gerçek bir şey değildir. Hayalidir. Uydurmadır. Anlamsızdır. Tanımsızdır. Yüzkarası sınırları gurur kaynağı olarak cilalamak üzere çalışır. Çizdiği sınırlar yahut biyolojik bir takım saçmalıklar üzerinden tanımlar yapmaya uğraşır.
Kıbrıs’ta şimdi açık olan Lokmacı Kapısı’nın önü eskiden bir meyhaneydi. Yaşar Usta’nın bir ocakbaşı vardı. Yaşar usta elleriyle yapardı herşeyi, servis dahil. Çok düzgün bir insan, müthiş kibar bir barbaydı. Orada her rakı içişimizde ister istemez Lefkoşa’nın öbür yakasıyla ilgili konuşur, araya bu dikenli telleri çekenleri özenle seçilmiş hakaretlerle anardık. Kediler ise gelir geçerdi bir o tarafa bir bu tarafa. Rakı milliyetçilik gibi hayali değildir. Rakı gerçektir ve kedi gibidir. Ne Schengen tanır, ne sınır, ne milliyetçilik.
Duruma göre arak, mastika, uzo filan diyebilirsiniz. Bütün “buraların” ortak sohbet noktası rakıdır. Rakı birleştiricidir.
O kadeh kalkmaya görsün, düşmanlık anlamsızdır.
Rakınız kaymak, sofranız bereketli, sohbetiniz daim olsun efendim.*
—–
*: Üstat Vefa Zat meslekteki yıllarında servise başlamadan önce “Rakınız kaymak, sofranız bereketli, sohbetiniz daim olsun” dermiş. Uzun yıllardır kıskandırıcı bir güzellik ve başarıda devam ettiği yazarlık hayatında da pek çok yazısını böyle bitirdi. Üstâdın izni ile ben de bundan böyle ara ara onun gibi bitireceğim yazılarımı.
buyukkeyif.com - Feridun Nâdir