Bir Damla Rakının Hatırası
Uşşakizâdeler ailesine mensup ünlü gazeteci Naci Sadullah başta Fahrettin Kerim Gökay olmak üzere içkiyle mücadele edenler hakkında bir yazı dizisi hazırlamış. Yazı iki tefrika halinde, 1 ve 15 Ekim 1938 tarihlerinde Yarım Ay dergisinde yayınlanmış. Eğlenceli bir üsluba sahip, hayal gücü yüksek bu yazının ilk tefrikasını sizinle paylaşıyoruz.
-1-
Biz çok asil ailedenmişiz.
Benim babamın, dedesinin büyük dedesinin, büyük dedesi mukaddes ve muhterem “Baküs” hazretleri, devrinin adeta Allahıymış.
Geçenlerde, Mazhar Osman adında bir zat, bizim sülalenin tarihteki büyük fütuhatından bahsediyordu.
Onun yazdıklarına göre, ecdadımın beceremediği marifet kalmamış.
Asırlarca, insanları kukla gibi parmağımızda oynatmışız.
Dedelerimin ömürleri, hünkar sofralarında debdebeli saray alemlerinde, şâşaalı cihangir meclislerinde geçmiş.
Bizim ailenin kral meclislerinde yer bulamayan en itibarsız mensupları bile, nice sofralara baş tacı edilmişler.
Hem aile efradımdan hiç kimse, girdiği hiçbir mecliste, dalkavuk, sığıntı, mağlup vaziyete düşmemiş. Hepsi de kurnaz davranmışlar, yumuşak başlı görünmüşler, meclislere neşe saçmışlar, fakat neticede, etraflarına toplananlara, her istedilerini yaptırmışlar. Yeryüzünde, emrimize, arzumuza boyun eğmeyen insan kalmamış.
Dilediğimizi ağlatmış, dilediğimizi güldürmüşüz.
İstediğimizi öldürtmüş, istediğimizi zindana attırmış, istediğimizi menfaya sürdürtmüş, istediğimiz süründürmüşüz!
Kimine teselli, kimine neşe, kimine öğüt, kimine emir, kimine cüret, kimine ceza, kimine ıstırap dağıtmış, kimine akıl vermiş, kiminin aklını almışız.
Bizim yüzümüzden kanlar dökülmüş, memleketler yıkılmış, hanümanlar sönmüş, kıyametler kopmuş!
Mamafih, düşmanlarımız da yok değilmiş. Onlari her devirde, bizi gözden düşürmek, saltanatımızı yıkmak için var kuvvetleriyle çabalamışlar, hatta içlerinde insanların bizimle temasta bulunmalarını yasak etmeye kalkışanlar bile çıkmış.
Hala bugün bile bizimle uğraşan gafiller var. Fahrettin Kerim adında bir asi, yeşil bir bayrak açıp ortaya çıkmış.
Biçarenin niyeti, bu yeşil bayrağın altında ordular toplayıp üzerimize yürümek, tacımızı, tahtımızı tarumar etmekmiş.
Ben, bir bizim kuvvetimizi, bir de o hayalperestlerin zaafını düşündükçe, fıkır fıkır gülmekten kendimi alamıyorum.
Düşünüyorum da, memleketin bütün meyhaneleri, gaiznoları, barları, umumi, hatta birçok hususi evleri, ordularımızla dolu.
Bu karargahlarda her gece yüzbünler askerimiz, kavgaya müheyya bulunuyor.
Bu seferber kuvvetlerin ayaklanmaları, bir işaretimize, bir tahrikimize bakıyor.
Onları bir dürtseki Fahrettin Kerim yeşil bayrağını, mutfak paçavrası gibi parça parça edip suratına fırlatırlar.
Bu vaziyette, bu asinin, üzerimize saldırmaya yeltenmesi ile Don Kişot’un yeldeğirmenlerine saldırması arasında ne fark var?
Tebaamız her gece:
“Çıkmam Allah etmesin meyhaneden!” diye avaz avaz bağırarak bize sadakatlerini ilan edip dururlarken, bu Don Kişot’a da ne oluyor?
Geçen gün, şöyle bir hesapladım: Memleketin içinde hakim olmadığımız köşe, sınıf kalmamış.
Yediden yetmişe kadar, zenginden dilenciye kadar, herkes emrimizde. Orgeneral “Kulüb”ün emrinde muazzam bir kolordu var. General “Alem”in General İstifılinanın, general “Bahçe”nin, general “Yeni”nin ve mareşal “Altınbaş”ın emirlerindeki kolordular, Bonapart ordularından bile üstün.
Henüz isimlerini duyamadığım kumandanlarımızın elleri altında bulunan kuvvetler de cabası.
Biz bu vaziyette iken, Fahrettin Kerim, Şirket, Akay vapurlarında “Boza” seferleri tertip ediyor. Aklı sıra bu gülünç nümayişlerle bizim gözlerimizi ürkütecek!
Şaşarım aklına! Çünkü bu biçarelerin bu nisbetsiz kavgada, meşhur “boza”ları gibi ekşiyecekleri muhakkak!
Mesela, “dördüncü kuvvet” diye güvendikleri “Matbuat” bile emrimize âmade.
Onlardan hangisine sözümüz, hükmümüz, hatrımız geçmez?
Peyami Safa’sına mı? Mahmut Yesari’sine mi? Ömer Rıza Doğrul’una mı? Çallı İbrahim’ine mi? Yoksa hatıratımı yazarken kâtip diye kullandığım Naci Sadullah’ına mı?
Zaten biz bu kadar kuvvetli olduğumuz için, Fahrettin Kerim gibileriyle mücadeleye tenezzül etmiyoruz ya!
Ecdadımın sayısız zaferlerle dolu şanlı şerefli tarihini düşündükçe, gururumdan adeta şişelere sığmıyorum.
Bu gün ahdettim: Ben de onlara lâyık bir “damla” olacağım. Ve atamın yüzünü kara çıkarmayacağım.
-2-
Şu anda, “Bahçe” rakısının bir milyon, beş yüz bin altı yüz ikinci şişesi ihtiyat efradındanım.
Şişenin içinde, tam 28 bin damla var. Ve şu anda bir gazino büfesinin rafında bulunuyoruz. Şişemiz bu rafta yalnız. Bize komuşu bulunan büyüklü küçüklü şişelerden bazıları akrabalarımızla duruyor.
Ben, şişemizin en alt katındayım.
Bulunduğumuz gazinoda, her yerde patırtı kopuyor. Tabanca seslerinden evvel kavgaya girişmiş olan arkadaş büyük muvaffakiyetler, zaferler kazanmış.
Bizi henüz cepheye sevketmiyorlar, manzaraları göre göre kavgaya alıp bu patırtılara baka baka tecrübeli olmamız, biraz daha gelişip, kuvvetlenmemiz için bizi dinlendiriyorlar.
Fakat bizden evvel cepheye gidenlerin muvaffakiyetlerini görüp duyunca, içimiz içimize sığmıyor. Hepimizden evvel, cepheye mücadeleye ve zafere kavuşmak arzusuyla fıkırdıyoruz.
Şu anda, içimde öyle bir kuvvet var diyorum ki, tek başıma, bir sürü düşmanı delirtebileceğimi sanıyorum. Hem içmek kuvvetimi artırıyor ve bu durum biraz daha kuvvetlendiriyor.
Bulunduğumuz raf, bütün meydana hakim, her tarafı görüyor, hatta her şeyi duyuyoruz. İnsanların gözü önünde, bizimkilere birer birer şehir oluşlarını, imrene imrene seyrediyoruz.
Boş zamanlarımızı da dedikodu yapmakla geçiriyoruz.
İçimizde görmüş geçirmiş arkadaşlar da var. Bu akşam onlardan birisi uzun bir konferans verdi. Bu konferansı dinlerken, o kadar zevk alıyoruz ki, az kalsın kendimizden geçip “anason” kesiliyorduk.
O: “Muhterem damlalar… Mağlup olmak istemiyorsanız yanımızdan ayrılmayın, ittifaktan kuvvet, rehavetten de zafer doğar.
Şimdi, rahat rahat dinleniyorsunuz. Bugün cephede bulunan arkadaşlarınızın uzaktan seyrettiğiniz mücadeleleri size canlı görünüyor. Fakat onların zafere ulaşmak için nerelerden geçtiklerini, neler çektiklerini biliyor, düşünüyor musunuz?
Bu raftan indikten sonra, şu gördüğünüz masalardan birisine götürüleceğiz.
Orada fena niyetlerimizi, faist maksatlarınızı iyice gizlemek mecburiyetindesiniz.
O masada, görücüye çıkmış mahcup, uslu durmalıyız ki, insanlara cazip görünelim.
O takdirde, o saf diller, bizden kendine hiçbir fenalık gelmeyeceğine inanırdıralım ve şu tepemizde gördüğünüz kapağı kırıp atarlar, bizi hürriyete kavuştururlar. Şişeden, kadeh denilen tayyarelere binip, havalanacağız ve insan ağzına iniş yapacağız. Sonra karanlık Bel’umlarında, zindan gibi meri yollarından geçip mideye ineceğiz. Mideden ince bağırsaklara varacağız. Oradan insan isimli dünyanın her kşöesini dolaşan “damar” isimli tünele gireceğiz. Ve işte bu tüneller bizi beyin denilen cennete kavuşturacak.
Beyin denilen bu tepeyi iyi tuttuğumuz takdirde, zafer bizimdir. Beyne hakim olduk muydu, ele geçirdiğimiz insanı her emre âmade bir uşak haline getirmiş oluruz.
Tecrübeli rakı damlası için hasretler çekti: “Ah dedi… günün birinde böyle bir cemaat birbirimizden ayrılmadan inan beyninde karargah kurabilsek! O zaman şu gördüğünüz insanlarla geçireceğimiz anların zevkine doyum olmaz!
Düşünün bir kere… Ne badireler atlatarak işgal ettiğimiz beynin sahibi, artık kölemizdir.
-Dur! diyeceğiz, duracak,
-Vur! diyeceğiz, vuracak,
-Sev! diyeceğiz, sevecek
-Öl! diyeceğiz, ölecek!
O biçareyi ister oynatır, ister susturur, ister bağırtır, ister saldırtır, ister kandırırız. Ferman, kumanda, neşe zafer bizimdir!”
O akşam, dikkatle dinlediğim bu sözler beni uzun uzun düşündürdü.
Vakıa, o beyin denilen cennete kavuşmak, gülmek, eğlenmek, emretmek, hakim olmak bana çok cazip görünüyor.
Fakat şu zavallı insancıklardan ne istiyoruz? Ezelden beri, onları rezil etmekten zevk alışımızın sebebi ne?
Bizi seviyorlar, hem o kadar seviyorlar ki içlerinden: “Ben şehidi badeyim!” diye gururlananlar, uğrumuzda can vermeyi saadet sayanlar var. Bir çokları, ölülerinin bizimle yıkanmasını istiyorlar. Hatta arkadaşlardan duyduğuma göre, mezarda bile bizden ayrılmak istemeyenler varmış.
Hayyam adında birisi, ciltlerle yazı yazarak bize ilanı aşk etmiş. Bekri Mustafa, ömrünün sonuna kadar bize sadık kalmış. Şu halde, şu biçare insanlardan daha ne istiyoruz? Onlara fenalık etmekten zevk duyuşumuzun sebebi ne?
Acaba bizim, sulperverliğimiz de insanların sulhperverliğinden farksız mı? Yoksa biz de kadına mı benziyoruz?
Dün gece, sabaha kadar bunu düşündüm: Doğrusu benim gibi Hamburg misketinin sulbünden gelen asil bir rakı damlasına böyle haksız bir gaddarlığı yakıştıramadım.
(Devamı gelecek…)
Kaynak: 1 Ekim 1938-Yarım Ay dergisi
Salt Araştırma