Tabut, Uçurtma ve Rakı: İyi ki doğdun Sevim Burak
Burak, Sevim (1931-1983) Türk edebiyatının, değeri ölümünün ardından anlaşılan avangard leydisi. Zamanının çok önünde akıp giden yazısıyla, hayatı ve tarzıyla sıra dışı bir karakterdir. İlk eşi kemancı Orhan Borar, ikinci eşi ressam Ömer Uluç’tur; bohem kuşağı içinde apayrı bir yeri vardır. Aynı zamanda manken ve terzidir. Butiğini 1961’de kapatıp yazıya yoğunlaşır. Rakı da elbette İstanbul’un demirbaşlarından biri olarak yapıtlarında yerini alır; Yanık Saraylar kitabındaki Ah Ya Rab Yehova öykü sünde rakı, başkahraman Bilal Bey için günü işaretleyen bir rutindir ve mekânla yakından ilişkilidir. Sevim Burak’ın yazı dünyasında rakı Kiryako’nun Gazinosu’nda, Novotni’de, Bebek, Menekşe ya da Cumhuriyet bahçelerinde, Kuşdili Çayırı’nda içilir, insanları bir araya getirir ve günden arta kalanı bölüştürür.
İşte Gövde İşte Kanatlar adlı oyununda, başroldeki iki kadın karakteri Melek ve Nıvart’a rakı içirip sürreal bir âlemin kapısını aralar. 1971’de, Sait Faik Hikâye Armağanı ödül töreninin ardından Sıraselviler’de bir gece kulübüne gidilir. O gece yaşananları Selim İleri şöyle anlatacaktır:
“Dudaklarını, kıpkırmızı, handiyse kalp biçiminde boyamıştı. Gözkapakları, dalga dalga, yeşil ve maviydi; yeşille mavinin üstüne gümüşi pullar sürülmüştü. Yanaklarındaki allık sedefli vişneçürüğüydü. Uzun, toplanmamış saçları, yüksek jestleri ifade eden el kol hareketleri, sağa sola laf yetiştirişi ve abartık, canlı kahkahalarıyla o gece Sevim Burak başlı başına bir primadonnaydı, zaman ötesi bir primadonna. Bir ara yanımıza geldi. Kocaman bir bol bardağı tutuyordu. Gazeteci arkadaşımız onu tanımamıştı. Ya da zaten tanımıyordu; Sevim Burak ismi hiçbir şey ifade etmedi.
Yalnız ‘bol bardağı’ kimbilir hangi klişelerden geçerek, gazeteci arkadaşımızın Sevim Burak’ı konsomatris sanmasına yol açtı. Galiba, ‘Siz konsomatris misiniz?’ diye sordu da. Belki daha nazik davranıp, ‘Siz burada mı çalışıyorsunuz?’ demiştir... Sevim Burak hemen bar kızı rolüne büründü. Neşesinde, şakasında, muzip, yaramaz, ele avuca sığması imkânsız hınzır bir çocuk yaşıyordu. Makyajının ağırlığı dolayısıyla özür diliyor, ‘yaşı geçkin bar kızını ağırlayan adam’a teşekkür ediyor, kendisine –boş bardağını göstererek– bol ısmarlamasını istiyor ve yeni rolünü başarıyla canlandırıyordu.”*

Sevim Burak’ı, bir tabuttan yola çıkıp rakıya varan dizginlenemez aklıyla analım:
“Ağaçların arasında ilerleyen tabuta baktı. Sanki tabut değildi, tabut biçiminde kesilmiş bir uçurtmaydı. Sağa sola yalpa vurması küçük çocukların hoşuna gidecek bir şeydi. Bu uçurtmayı birden kendine benzetti, rakı içtikten sonra evin içinde boyuna kapılara merdivenlere çarpardı eli yüzü çürürdü, daracıktı ev, ne kadar kaçsa önüne ya duvar ya dolap çıkardı. Tabutla uçurtma, uçurtmayla kendisi arasındaki benzerliği ve birbirine benzeyen başka şeyleri düşündü; sonunda her şeyi birbirine benzetti. Düşüne düşüne hayatının en hurda ayrımlarına kadar indi.”
-Sevim Burak, Yanık Saraylar
*Sevim Burak Yanık Saraylar / Selim İleri Kar Yağıyor Hayatıma (Rakı Ansiklopedisi’nden alınmıştır.)