Nasıl tutuyorsun kadehi?

Çok sevdiği anason kokusunu duyar gibi olmuştu. Ona her koklayışta babasını hatırlatırdı bu koku. Natürmort tuvali gibi donatırdı masasını… Turunç kırmızısı, soğanın, salatanın yeşili, peynirin beyazı, pilakinin sarısına karışırdı, kurduğu çilingir sofrasında. Alırdı onu karşısına, Tevfik Fikret’in şiirlerini okurdu boğuk sesiyle… (1)

Güzel Türkçemizde kimlere –hatta nelere– baba diyoruz fark ettiniz mi? Adem baba diyoruz ki isimden çok sıfat sayılır. İskele babası var sonra... Bir tür anti-baba; Müslüm Baba, belki sonuncu muhterem babaydı kendisi. Eski filmlerden “fabrikatör” baba Hulusi Kentmen, gözü yaşlı baba Nubar Terziyan, yoksul ama onurlu baba Münir Özkul… Bunlara “Her Şey Çok Güzel Olacak”taki nefis portresiyle Selim Naşit’i de ekleyelim. İşi Don Corleone’ye getirmeden bir durup soralım: Nedir “baba” sahiden?

Baba diyeceğiz ve aklımıza mitoloji gelmeyecek, öyle mi? Çakıl taşlarından balta yontan insanın, sonraki kuşaklara aktardığı o ilk öykülerden birikenler yani. Baba o taşta mı gizli, beceride mi gizli, öyküde mi gizli? Babayı anmak için “baba” demek gerekir mi?

Nereden gelmiş insanların aklına babasını hadım eden Kronos’un, oğlu tarafından öldürüleceği hikâye? Ya, “baba” Kronos’un saltanatına “altın çağ” demek? Tek tek bütün oğullarını yok etse de, bilmediği oğlu Zeus tarafından alaşağı edilmesine ne demek lazım aynı Kronos’un? Böyle hikâyeler insanlara neden bin yıllardır bu kadar ilginç gelmiş?

Dünyadaki kadim dillerin çoğunda (Yunanca, Sanskritçe, Çince) rastlanan, bebeklerin bile söyleyebildiği bu basit iki heceli kelime bize ne diyor? Yoksa sırrı tam da burada mı? Annesini kendisinden ayırt edemeyecek kadar küçük canlının gözünde, bu ortalarda biraz fazla dolaşan ilk “öteki” mi o? İsterse araya giren, bölen, eksik bırakan.

Sırtını bir ağaca dayayıp “Nasıldır acaba şu otun tadı?” diye ağzına atan o çocuğu mu hatırlar oğul, baba denince? Ağacı mı hatırlar, otun acı tadını mı? Şairinin, “Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”(2) dediği dizeyi mi hatırlar? Yoksa aynı şairin yıllar sonra –anlaşılmamaktan çekinip herhalde– “Babalar babalıktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”(3) diye düzeltmesini mi?

Tersinden okunduğunda bile aynı anlama gelen cümleler gibidir anason kokusu bu topraklarda. Ne zaman esintiye karışsa bir baba hayali gelir geçer akıllardan. Gün gelir, karmakarışık bir perspektiften değil, yukarıdan bakılır çilingir sofrasına. Her şeye hakim bir açıdan, ki hakim olamadıklarını da sezmeye başlamıştır insan aynı zamanlarda. Bir bakarsın, babanın tuttuğu gibi tutuyorsun kadehi.

Hatırlamıyoruz babaları biz, çünkü hiç unutmuyoruz. Baba harflerimizde, noktamızda, virgülümüzde, aradaki sessizliklerde. Unutmak ne mümkün! Babalar Günü gelince unutmuş da hatırlamış gibi yapıyoruz. Birlikte sevinelim diye…

  1. Rıfat Ilgaz, “Karartma Geceleri”, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2016
  2. Ece Ayhan - Bütün Yort Savul’lar, YKBY- İstanbul, 1994
  3. Ece Ayhan Şiirleri Üzerine Bir Araştırma - Erdoğan Kul (A. Ü. Doktora Tezi - Ankara 2007)
Paylaş: