Münir Nurettin, Zeki Müren ve Türk müziği tartışmalarında rakı

Bugün (27 Nisan), Klasik Türk Müziğinin önemli besteci ve şarkıcılarından Münir Nurettin Selçuk’un aramızdan ayrılışının 44. yıldönümü. Bu vesileyle biraz arşiv karıştırdık, Peyami Safa’nın Münir Nurettin’le yaptığı bir röportajı bulduk. “Musikimiz hangi yola girmeli?” başlıklı bu röportajda Selçuk’un yeni müzikle ilgili fikirlerinin yanı sıra Türk müziği ve meyhanelerle ilgili ilginç yorumlarını da bulduk.


Peyami Safa, Şelçuk’a “Konservatuvarda Türk musikisi tedris edilmeli midir? Bazıları diyorlar ki talebeye saz çaldırmak lüzumsuzdur. Nazariyatını öğrenmeleri ve saz dinlemleri kâfidir” diye sorunca Şelçuk, hiçbir musikinin tarif ile öğrenilemeyeceği, icra etmeden sadece “ölü kalıpları” anlamanın mümkün olduğunu söylüyor. Konservatuarda müzik tarihi öğretmeni değil, bestekâr yetiştireceklerini ve bu nedenle müzikte beklenen inkılabı gerçekleştirecek bu bestekârların şu özellikleri haiz olması gerektiğini belirtiyor: “Birinci derecede kabiliyet ve istidat. Eksiksiz ve devamlı bir musiki terbiyesi. Bütün usullere ve tekniğe vukuf.” Sonra da Türk müziğinin bütün felaketi, bu vasıflara sahip olmayan bestekarların “eline düşmüş olması” diye ekliyor. 


Gelelim meyhane faslına. Şelçuk,   “Mevcut icrakârlarımızdan pek çoğu, kulaktan dolma, sathi bir musiki terbiyesi ve alelâcele birkaç şarkı çalıp okumasını öğrenerek ortaya atıyorlar” diye eleştirdikten sonra “Maalesef şimdi Türk musikisi namina garip sesler kusan insanların yüzde doksanı bu sınıftandırlar, yani alaylı sınıfındandırlar” diyerek eğitimsiz müzisyenleri paylıyor. Bu yüzden de “herkes musikimizin fena tarafını görüyor. Onu bir meyhane musikisi telâkki ediyor” diyerek meyhane müziğini aşağı konumlandırıyor.


Devamını direkt alıntılıyoruz: 

“Bir kaide vardır: Her musikide eserlerin kıymeti kadar icrakârlar da rol oynarlar. Bethoven'in bir senfonisini kötü bir icrakârın eline veriniz, onu kasap havasına döndürür, meyhane musikisi derecesine düşürür. Nitekim meyhanelerde Dede’nin şarkılarını çaldıkları vakit bu felaketle karşılaşırız. Galata meyhanelerinden bazan Avrupa sonatları çalarlar, bunların garp musikisi ile ne alakası vardır? Onun gibi, meyhanelerde çalınan Türk havalarile milli musikimizin hiçbir münasebeti yoktur. Bir musiki meyhanede değil, ancak konser salonunda dinlenerek tenkit edilir.”


Şüphesiz geçmişteki müzik tartışmalarını bugünden okurken zamanın sosyal, siyasal ve toplumsal meselelerine de bakmak gerek ama bu yazının boyunu aşan bir tartışma bu. Biz meyhane müziğine dönelim. 

 

Selçuk’un, bu tutumuyla bir ekolü temsil ettiğini söyleyebiliriz. Bir de karşı cephe var. Zeki Müren, örneğin, Münir Nurettin Selçuk için “üstadımız çok büyüktür” diyerek hakkını teslim ettikten sonra, “Münir Bey’i dinlerken, bir kadeh rakı içmek gelsin içimden, tüylerim diken diken olsun… Hiç olmadı.” diyerek kendisini duygulandıran, “bir kadeh içirtip efkâr dağıttıran ses cinsi”nin, Müzeyyen Senar’ın sesi olduğunu söylüyor. 


Türk müziğiyle ilgili tartışmalarda hangi taraftan olursanız olun, rakıdan, meyhaneden bahsetmeden tartışmayı sürdürmek mümkün değil gibi, ne dersiniz?

 

 

Paylaş: