“Yazar gibi durmak sıkıcı da Ahmet Ümit olmak eğlenceli”

Ece Temelkuran, Meyhanedeyiz.Biz için yazmıştı. Şimdi, Anason İşleri'nde. 

Biz bu konuşmaları öğleden sonra yapıyoruz. Feraye Meyhanesi’ne girdiğimde, gün daha aydınlıkken yani, Behiye Aksoy çalıyor:

“At kadehi elinden, bin parçaya bölünsün...”

Dedim “Ahmet, masaya bu şarkıyla oturursak sonumuz hayır değil!”

Güldü, “Yahu ne olacak!” dedi.

Ne olacak... Bak bu cümle eğer sonunda bir soru işareti varsa ve kritik bir zamanda gelirse insanı fena eder. Edebilir yani. Ama Ahmet Ümit’inki bir ünlemle söyleniyorsa, eli havaya kaldırıp “Boş versene” yayı çizilerek, bir sandalye çekilip buyur edilerek, “Ben buradayım” der gibi bir güven imlası varsa sonunda... Tanışınca siz de bilirsiniz, Ahmet Ümit böyle bir imlanın erbabıdır. Bir kere söyledi mi sen de dersin artık:

“Doğru yahu, ne olacak! Olmaz tabii bir şey.”

Böyle diyebildiğin zaman zaten hayat, salon salamanje!

 

“Bütün kızlar bana aşıktı.”

Oysa ona sorsan başka bir Ahmet Ümit var içinde. Yıllar önce bana ayak üstü bir şey anlatmıştı. Yine böyle bir “Ne olacak yahu!” anıydı. Moskova’da gittiği okulda öğrendiği bir şey:

“Kan basıncına göre dört insan tipi vardır. Kolerik tipin kan basıncı yüksektir. Deniz Gezmiş gibi, Hitler gibi. Kalabalıklar önünde konuşur, insanları arkasından sürükler. Melankolik tip vardır, sanatçıların bunlardan çıktığı söylenir. Flegmatik tip ise güçlüdür ama öne çıkmayı sevmez, bir tür küçümseme içindedir. Hani yani ‘Şimdi kim konuşacak’ gibi bir hâl. Samgivinik tip de tam dengededir. Ama bak bunlar şahsiyet değil, çünkü şahsiyet toplumsal ilişkilerimizin toplamıdır. Bu başka bir şey, saçının rengi, gözünün rengi gibi doğuştan gelen bir şey. Sosyal ilişkilerimizle, hayatla ilişkimizle bu huylarımızı dengeleyebiliriz. Ben mesela aslında melankolik tipim.”

Nasıl yani! Bu kadar neşe ile kutsanmak, bu kadar çok kalabalıklarla sarılı olmak. Nasıl melankolik bu?

“E ama işte on dört yaşından itibaren devrimci olursan başka bir adam ortaya çıkar. O rüzgar içinde başka biri olursun. Aslında melankoliğim bana sorarsan.”

O zaman bu kadar kalabalığa, kalabalıklarla yaşamaya nasıl katlanır insan?

“Ben ilk forum konuşmamı on altı yaşında yaptım. On dokuz yaşıma geldiğimde İstanbul’da ilk eylem konuşmamı yaptım. Hep öndeydim yani, kalabalıklar hep vardı. Bütün kızlar bana aşıktı. Kader bunu bana bahşetti. Hep böyle kalabalıktı yani hayat.”

“Uzun vadede iyilik kazanır.”

Ahmet Ümit’in ayrılmaz parçası Vildan’dan söz açmanın tam sırası. Zamanın başından beri birlikteymiş, zamanının sonuna kadar da birlikte olacaklarmış gibi gelir bana hep. Beraber bir yere girdiklerinde karı-koca değil de iki en iyi arkadaş gelmiş gibi görünür hep gözüme, sanki geri kalan hiçbir şey önemli değilmiş gibi, herkes gelip geçer de ikisi yine kalırmış gibi. Öyle mi? Ve nasıl yani? Sırrı ne?

“İyilik. Bizim ilişkimizin temelinde o var. Aslında her zaman iyi olmak sıkıcı bir şeydir, tekdüzelik getirir ama uzun vadede kazanır iyilik.”

Ahmet Ümit meseleyi bana mı öyle anlatıyor yoksa biri yine benim gibi sorsa böyle anlatır mı bilmiyorum ama şöyle bir hava var:

Sen de yapabilirsin. Bak ben sana anlatacağım şimdi, çok basit... Bir matematik problemi karşısında “Biz seninle bu işi yaparız” diyen abi, sobada demlik, hayatı yeneceğiz duygusunun ılıklığı, sanki az evvel çaresizlikten ağlamamışsın gibi bir taze umut, öyle işte. O devam ediyor hikayeye:

“1981’de evlendik biz. 1989’a kadar illegal hayat, yeraltı, heyecan. Sonra Gül doğdu, yeni bir heyecan. Sonra yazarlık başladı. Vildan akıllıca davrandı, sahip çıktı meseleye. Hoşuna gitti. Aileden yazar çıkacak bir kere. Şimdi bak, yazmak değil ama yazar olmak heyecanlı bir süreçtir. Çünkü...”

O anlatıyor, benim içimden başka şey geçiyor. Meseleye böyle bakarsan heyecanlı tabii. Aynı hikayeyi başkası anlatsa “hep kahır hep kahır bıktım be!” de olabilir. Ama Ahmet anlatınca hayat, sonraki bölüme hınzır bir merakla bağlanan bir macera romanı.

“... Yazıyorsun, beğenilme isteği var. Kitap çıkınca sahneye çıkıyorsun sonra. Ne diyecekler?! Umursamıyorlar. Görmezden geliyorlar. Doğası böyle bu işin. Sonra fark ediyorlar. Sis ve Gece çıktığında öyleydi mesela. Ben bu işe edebiyatın tanrılarından izin alıp başlamadım. Vermeyeyim şimdi isimlerini... 1996 yılıydı. Spotlar aniden üzerimde. Kavga ediyorlar, ‘Yazıyor’, ‘Yazamıyor’. Bak o kitap ilk tanıtım filmi çekilen kitaptır, sinemada gösterildi üstelik. Pera’da basın toplantısı yaptık, bütün basın geldi. Yayıncı inanmıyor bana. Ama hepsini örgütlemişim, hep arkadaşlarla. Ama satış? Fiyasko! 4000!”

Satış rakamını boş verelim de, on altı yaşında başlayan bir macerada hep birilerini bir heyecan etrafında örgütlemek, insanları bir şeye inandırmak mahareti var galiba. Zor değil mi? Her seferinde insanları bir şeye inandırmak?

“1982’de, o en berbat dönemde anayasayı protesto için 250 kişiyi sokağa yolladım ben. Yakalansalar kesin 90 gün gözaltı, hapis! Ama çıktılar sokağa. Ondan sonra bu ne ki!”

Pekala, kalabalıkları inandırmak, kesinlikle bir kadını kendine yıllarca inandırmaktan daha kolay. Öyle değil mi?

“Biz Vildan’la aynı hayale inandık. Galiba biz hâlâ o devrimci duyguyu kaybetmedik. Devrimci deyince, yani yaşam biçimi bakımından söylüyorum. Biz 15 yıl önce de böyle yaşıyorduk. Arkadaşlar, yenilsin içilsin, vur patlasın çal oynasın. Para varsa harcanır, yoksa harcanmaz. Böyle.”

Vildan’la beraber kalabalıklar içinde hınzır ve gizli bir planı olan iki dost gibi dolaştıklarını söyleyince:

“Bak şimdi, kızımız oldu, torunumuz oldu. Onlar her şeyden kıymetli ama bu kadar uzun zaman birlikte olduktan sonra sadece ikimizin paylaşabildiği şeyler oluyor. Çok enteresan. Kafamdan bir şey geçiyor mesela. Vildan söylüyor cümleyi. Enteresan.”

Hazır diplere inmişken... Hiç unutamadığı bir masa var mı?

“Tabii canım. Yedi kardeşiz biz. Bir kız, altı erkek. 1982’deydi galiba... Bizim Antep’deki ev dizilerdeki evler gibidir. Ortada devasa bir ceviz, bir sürü oda. Biz erkekler balık avlamaya Fırat’a gittik. O gece dağda yattık. O geceki rakının tadını unutamam. Çünkü bunu güzelleştiren insanlardır, sohbettir, o anın değeridir. Mesela aşk ilan ederken anlamazsın bir şey, unutursun tadını. Aşk değildir yani, dostluktur. Neyse, o gece her birimiz bir kayada yattık. Dolunay var. Garip bir an. Altı adam, aynı karından çıkmışsın, o gece de doğanın karnında yatıyorsun beraber. Kertenkele, çakal, kaplumbağa... O gece kendimi doğanın parçası gibi hissetmiştim. Unutamam o geceyi.”

Şimdi hakikaten melankolik Ahmet Ümit. Böyle romanlar niye yazmıyor hiç? Böyle içeriden?

“Romanlar en iyi saklanma yerleri. Karakterler aracılığıyla korkularını, kahramanlıklarını anlatıyorsun. Bir de rahatsın. Sen olduğunu bilmiyorlar. ‘Ahmet Ümit bu kadar sapık olamaz’ diyor zaten okuyanlar.”

Gülüyoruz ama soruya devam. Özel bir şey yazmaya niye cesaret edemez Başkomiser Nevzat?

“Şimdi göze alamam. Sevdiğim ya da sevmediğim, benimle yaşamış insanlarla ilgili yazmayı istemem. Hayat sanattan daha değerli çünkü.”

 

Hayat mı sanat mı?

Hah, şimdi geldik bam teline. Bir yazar, bir sanatçı için temel seçim bu çünkü. Hayat mı sanat mı? İnsanların sevgisi mi yoksa kalabalıkların hayranlığı mı?

“İnsanları sanattan üstün tutmak değil bu, vicdanı sanattan üstün tutmak. İlla kendimi rezil ederek anlatmak zorunda mıyım? Shakespeare, bütün insanlık tarihinin en büyüğü adam, çoluğunu çocuğunu mu anlattı!”

Zaten kıyamaz Ahmet Ümit:

“Yahu ben vaktiyle dövdüğüm adamlara bile gece yatınca üzülürdüm!”

Zaten Ahmet “şahane bir dede”. Şöyle:

“Geçenlerde Rüzgar, oyuncak arabası kırılmış, ‘Yapıştırsana Ahmet’ dedi. Ben de ona başka oyuncak almıştım, vermiyordum. Kırmızı bir Ferrari. Onu verdim bana döndü şöyle dedi: ‘Sen şahane bir dedesin!’ Bak yazarlık için de çok enteresan. Nasıl baktığını görüyorsun dünyaya. Şimdi mesela Rüzgar’ın projesi şu: 18 yaşında rock yıldızı olacakmış, sonra besteci, dede olunca da yazar! Adam için yazarlık dede olunca olunan bir şey çünkü!”

Kızı Gül söyledi mi peki hiç, “ne şahane bir babasın’ diye?

“Yüzüme söylemedi de Rüzgar’a söylerken duydum. ‘Bak oğlum deden gibi olman lazım, hayat karşısında sağlam durman lazım’ dedi. Sağlam dedi. Sevindim sağlam deyince.”

“Korkunç bir ülke ama çok seviyorum bu ülkeyi.”

Sonrası işte, belli bir zaman sonra, doğal olarak memleket meselelerini konuştuk. “Korkunç bir ülke ama çok seviyorum bu ülkeyi” dedi Ahmet Ümit, “Belki ülke değil, insan korkunç bir şey.”

Ama işte yine de “Ne olacak yahu!” havası var masada. Çünkü “Yorulmuyor musun bazen?” dediğimde gülüyor hala:

“Böyle ciddi yazar gibi olmak sıkıcı da Ahmet Ümit olmak eğlenceli. Gel şuradan bir fotoğraf çektirelim, gülelim, sohbet edelim... Öyle olunca, kendin gibi olunca eğlenceli.”

Muhakkak ki kendin Ahmet Ümit olunca pek eğlenceli! Kayıtsızlığın neşesi değil bu, “Ne olacak yahu!”nun korkuyu buharlaştırıveren insana yakışan hafifliği... Atsan bile kadehi elinden, meyler dökülse bile yere ne olacak yahu! Olmaz bir şey! Hallederiz çünkü.

Paylaş: