Yaş otuz beş, yolun yarısı…
Vefa Zat, Meyhanedeyiz.Biz için yazmıştı. Şimdi, Anason İşleri'nde.
Kendi deyişi ile akşamcılığı olmayan, arada bir, bayramda, seyranda, eş dost ziyafetlerinde, bazen de efkâr bastığı akşamlarda içen Cahit Sıtkı Tarancı, 1930’lu yılların sonlarında bir akşam Beyoğlu’nun ara sokaklarında dalgın ve yorgun dolaşırken, yoluna bir meyhane çıkar. Girip bir tek rakı içebilirim der içinden. Meyhane alçak tavanlı, kuytu ve daracık bir mekândır. Bakımsız masaları da basit kâğıtlarla örtülüdür. Bir masaya oturup biraz soluklandıktan sonra babacan tavırlı, fedakâr ve cefakâr Barba Mavromatis Efendi gelir masaya ve asker gibi dikilerek, “Emriniz, pasam!” diye sorar Cahit Sıtkı Tarancı’ya; bir yıl kadar sürecek olan dostluk böyle başlar.
Aradan yıllar geçer ve 5 Kasım 1944 günü Cahit Sıtkı Tarancı, Cumhuriyet gazetesinin sayfalarında Mavromatis Efendi’nin mekânına, dolayısıyla da geleneksel meyhanelerimize övgüler yağdırır. Bizlere otuz beş yaşı “yolun yarısı” olarak benimsetmiş olan Cahit Sıtkı Tarancı’ya kulak verelim:
“… Kadehimi doldurdum ve başladım içmeye. Taramasına diyecek yoktu. Turşusu harikulâdeydi. Beyaz peynirin tek noksanı kavun yanında olmamasıydı. Fasulye piyazına bayıldım. Oh! Bir de sigara yakayım dedim. Tezgâhın önünde kendisi gibi ufak tabaklara mezeler yerleştirmekle meşgul olan Mavromatis Efendi, arkası bana dönük olduğu halde, sigara yakacağımı nasıl anladı da derhal bana doğru seğirtti. İşinin cidden ehli olan Mavromatis Efendi, gayet hürmetkâr bir tarzla sigaramı yaktı; Tabakamı önüne uzatınca: “Mersi, pasam!” diyerek aldığı sigarayı sol kulağının arkasına yerleştirdi. O sırada kapı açılıyor, dört kişi içeri giriyordu. Mavromatis Efendi, gayet hürmetkâra-ne onlara da aynı tarzda muamele etmekte kusur etmedi.
Dışarıda hava iyiden iyiye kararmıştı. Camın önünden iki genç kız geçse hangisinin daha güzel olduğunu seçmek mümkün olmayacaktı. Küçük meyhanemiz ise gittikçe canlanıyor, neşeleniyordu. Yakınımda oturan siyah gözlüklü zat bir sigara ikram etti, sonra kırk yıllık ahbap gibi masadan masaya da olsa, yarenlik etmekten kendini alamadı.
Gülümseyerek tasdik etmek mecburiyetinde kaldım. İşte geliyor. Kim mi? Mavromatis Efendi. Elinde sucuklu yumurta ile sıcak börek var. Tabakları masaya korken gülümsüyor. Ben de gülümsüyorum: “Eyvallah Mavromatis Efendi”.
Bu ne âlicenap meyhane böyle! Bu kadar meze ile insan pekâlâ karnını doyurabilir. Tevekkelli değil, akşamcılar akşam yemeği yemezlermiş.
Gene kapı açıldı. Ve arkasından: “Midye dolması var!” diye bir ses. Hem de ucuz. Tanesi üç bucuk kuruş… Aldık. Hakikaten öyleymiş. Ne iyi etmişim bu meyhaneye geldiğime. Canım Mavromatis Efendi! Saadetimizi ona borçluyuz. Sanki meyhane bir gemidir, bizler de yolcuları, bizleri ne güzel denizlerde gezdiriyor! Biz böyle keyfimize bakarken, o, tezgâhın önünde yüzü bize dönük ve ellerini karnının üstünde kavuşturmuş olarak duruyor. Ne isteyeceğimizi gözlerimizden anlıyor, sandalyelerimizde kıpırdanışımızdan, çatalımızı meze tabaklarında gezdirirken yüzümüzün aldığı ifadeden anlıyor. Ben söylemeden, gelip boş börek tabağını alıyor, gözlüklü komşum bir tane daha demeden gidip boş kadehini kaldırıyor.
Dört kişilik sofradan şunu isteriz, bunu isteriz diye bir ses yükselmeden yetişip boş su bardaklarını topluyor ve sonra hiçbirimizi bekletmeden, aynı dikkat ve hürmetle, bana başka bir meze getiriyor, komşumun kadehini dolu olarak iade ediyor, kalabalık masaya bir sürahi suyu bırakıyordu. Meyhanenin iyi iş yaptığı Mavromatis Efendi’nin yüzündeki memnuniyetten belli oluyordu.”
Böyle meyhaneye de, meyhaneciye de can kurban diyesim geliyor insanın.
Sofralarınız hep dostlarla dolsun, sohbetiniz daim olsun efendim.
Vefa Zat
23 09 2016
Karagümrük / İstanbul