Gaye Su Akyol: Görüyor ve artırıyor

Ece Temelkuran, Meyhanedeyiz.Biz için yazmıştı. Şimdi, Anason İşleri'nde. 

Bazılarımızın tutkuları sıradan hayata göre o kadar büyüktür ki söylemeye utanırız. Kendimizle alay etmeden ya da alay ediyormuş gibi yapmadan söylenmeyecek kadar büyük tutkulardan, taleplerden söz ediyorum. Bu talepler o kadar büyüktür ki bu kadar güçlü istekleri olmayanların gözünde ürkütücü yapar bizi, hatta sevimsiz. Bu tutkular o kadar büyüktür ki, nasıl demeli, geri kalan hemen hemen her şey, hemen hemen herkes, hayatın geri kalanı, bunun bir parçasıdır. Hayat yani, bazılarımız için büyük bir planın parçasıdır. Bu, böyle tutkuları olmayan insanlarda soğukkanlı bir katilin bıraktığı hissi bırakır. Böyle büyük talepleri olmayanlarda Amok koşucusunun yarattığı endişeyi yaşatır. Oysa bazılarımızın öyle yaşamaktan başka çaresi yoktur... Gaye Su Akyol, Aliye Meyhanesi’ne tam zamanında, tek başına giren, sırt çantalı, minnacık bir kadın...

 


Nesibe ve di’li geçmiş zaman 

Mezeler ne güzel, mekan ne hoş, fotoğraflar şöyle mi çekilecek, ah, ama içmesi yasak. Yasak? Mide duvarında incelme. Çünkü üzüntü. Üzüntü? Nesibe hanımı, annesini altı ay önce yitirmiş... “Hayatta bundan daha fazla üzülemem herhalde”. Anneyle ilgili –di’li geçmiş zamanla soru sormak, en berbat şey:

“Aşırı cool, az konuşan ama esprili kadındı. Dostumdu.”

Di’li geçmiş zamanla cevap vermek, beterin beteri.

Onun için bir şey yapacak mı?

“Yaptığım her şey onun için. Her şey.”

Mahrem konuları konuşma konusunda karşılıklı beceriksizliğimiz ve konu değiştirmekteki hamaratlığımız... Hemen bitti bu bölüm.

AKMAR “geçişi”

Gaye Su Akyol, memur kılığına girmiş Bohem bir çiftin kızı. Biraz Karadenizli sertliği, biraz Kadıköy’de büyümüş olmanın bilgisi. Ressam Muzaffer Akyol’un kızı olunca, Kadıköy’ün karşı yakası Bizans’a aşina, oyunu izleyerek büyümüş bir parça. Antropoloji okumuş. Müzik?

“Çok küçükken insanlara gidip ‘Sana şarkı yapayım mı?’ diye sorardım. ‘Neyle ilgili şarkı istersin?Kalem mi?’ Kalemle ilgili şarkı yapardım.”

On üç yaşında abisi Umut’un fikir vermesiyle ilk gruplarına isim koyuyorlar:

Olimposlular!

Lise yalnızlık:

“Hep bi’ ayrık otu. Hep bi’ asosyal. Ama sonuçta insanlar, benim gibiler benim etrafıma toplanıyorlardı.”

Sonra AKMAR adlı evrene düşüyor, ister istemez. Pasaj dünyası. Geçiş dünyası yani. Dünyanın her yerinde aynı şekilde kurulan, kendi evrenini, kahramanlarını, ilişkilerini, tanrılarını oluşturan o pasajardan biri:

“Sonuna denk geldim ben. İzleyiciydim. Kimsenin umurunda olmayan bir izleyici. Biraz yancı gibi. Ama yine de kendimi 90’lar çocuğu sayarım.”

Çünkü?

“Çünkü o yıllarda alt kültürlerin oluşması için koşullar vardı. Her şeyi el yordamıyla buluyorduk. Bir kaset bulmak için Zihni’ye gitmek zorundasın. Zihni’nin seni sevmesi lazım, senin için o kaseti ayırması lazım. Tutkulu bir şeydi. Her şeyi savaşarak elde ediyordun. Romantik bir tarafı vardı yani.”

 

Evler, gruplar, muhabbetler

Sonra biraz aile rahatlasın diye üniversite. Evden kaçmak için İzmir’e okumaya, arkadaşların yanına gitme girişimi abi tarafından hamaratça engellenerek İstanbul. Ve ilk grup, elbette! MAİ. Psychodelic-rock. Sonra Toz ve Toz. İşte  o zaman başlıyor:

“İşte o zaman başladı evler, gruplar, muhabbetler...”

Şimdi Kumru mu Uskumru mu öyle bir köyde yaşıyor, İstanbul merkeze çok uzak. Dairenin altı stüdyo ve evde sevgilisi, grup arkadaşlarıyla yaşıyor. Bu fikir ona ait olmalı:

“Fikir değilse de olduran bendim diyelim. Bizdik tabii. Ama herkes çok mutlu. Herkesin hayali buymuş.”

Müzik demek, tıpkı sinema gibi, kalabalıkla yaşamak demek. Bir yazarın asla anlayamayacağı, bana mesela bir korku filmi gibi görünen bir kalabalık. Nasıl oluyor peki? Çünkü her insan topluluğu kendi iktidar ilişkilerini yaratır, kendi tarihini, kendi yalanını, samimiyetini, kahramanlarını vesaire... Evvela yanlış soruyorum soruyu:

“Bir kadın olarak nasıl? Sonuç olarak erkeklerle çevrili bir kalabalık içindesin.”

“Bir kadın "toplumsal cinsiyet rollerine göre" nasıl davranır diye umursamadım hiç. Bu bir tercih değil, oluş. İnsanlar da bir-iki ‘Bu ne ayak?’ diye düşünüp sonra alışırlar. Sen "olması gereken kadın" gibi davranmayınca hesaplar da değişiyor aslında. Zaten kadınlara sesleneceğim bir yer olsa şöylediyeceğim: ‘Yakın hissetmediğin hiçbir şeyi kimse sana yaptıramaz.’””

Ellerini gererek, iki elini açarak “Kadınlar” diyor, kızıyor ama kadınlara değil, bir oyunu görmemelerine sanki:

“Esas kadınların arasındaki savaş en korkuncu. Daha kanlı bir savaş hayal edemiyorum. Soyunu devam ettirmenin öfkesi midir, onun modern hayattaki tezahürü müdür, nedir... Ama onlara şöyle söylemek isterdim: Onların oyununu oynamazsan onlar senin oyununu oynamak zorunda kalırlar!”

Durup bir an şöyle diyor:

“Böyle garip geliyor. Sen soruyorsun ben cevaplıyorum. Oysa soran ben olurum çoğunlukla. Dinlerim yani.”

Soruyu düzeltmenin vakti geldi:

“Genç adamları, hem de müzisyenleri idare ediyorsun. Onlarla ortak bir hayatı yürütüyorsun. Senin adınla anılan bir gruptan bahsediyoruz sonuçta...”

“Ben çıkınca bubi tuzak oluyorlar.”

“?..”

“Ben olmayınca grubun adı BubiTuzak yani.”

Bir metafor gibi geliyor kulağa. Soruya devam edelim:

“Anlattıklarından anladığım şu: Durmayı biliyorsun. Durup beklemeyi. Susmayı biliyorsun. Sessizlik de sözden daha kudretlidir nihayetinde. Ve hayatı böyle idare ediyorsun. “senin oyununu oynayıncaya” kadar sabrediyorsun. Ne dersin?”

Sırrını iyi saklayanlar karşılaşınca böyle olur; şaşkınlık, az tedirginlik ve rahatlama...

“Doğru galiba. Mantıklı geldi sen söyleyince.”

Bundan sonrası su gibi:

“Utangaçlık dışarıdan utangaçlık gibi görünmüyor. Hayatım boyunca o kadar çok duydum ki kibirli olduğumu. İlk duyduğumda çok şaşırmıştım. Ukala mı?! Ben mi?! Ama evet, kelimelerin güçlü olduğunu düşünmüyorum. Şimdi bile seninle konuşurken aramızda bir sürü sinyal gidip geliyor.”

Öyle. Evet.

“Hayatta kalmaya karar verdikten sonra insanın bunun için bir mega plana ihtiyacı var. Görüyorum ve artırıyorum yani. Yoksa bu yaşadığımız her şey bana sürreel geliyor. Dünya, bu hayat. Alışamıyorum. Kapitalizm üzerinden insanın insana yaptığı eziyete, her şey normal "gibiymiş" yapılmasına. İnsanların sevmedikleri, tanımadıkları insanlarla günlerinin 13-14 saatini geçirmek üzere bir ofiste çalışmak zorunda bırakılmasına inanamıyorum."

Yüzünde son derece hakikatli bir şaşkınlık. Kesinkes gerçeği söylüyor, bunu yapmak zorunda kalırsa ölecek olanların gerçeği:

“Evet, doğru, beklemeyi biliyorum. Yirmi yıl bir şey isteyip kimseye çaktırmayabilirim bunu.”

Sır rüya

Konuşmanın buralarında bir yerlerinde günün birinde, hayata başlarken bir rüya gördüğünü söyledi. Bu rüyada “bir şeye, birine, bir şeye galiba” çok aşık olduğunu ve yaşadığı bütün hayatın, yaptığı bütün müziğin bu rüyayla ilgili olduğunu. Aslında her şeyin nedeninin o rüya olduğunu... Yüzüme baktı, yeterince ısrar etsem rüyayı anlatırdı belki, ama insanların en mahrem hayat kaynaklarını sormamak en iyisi. Hiçbir röportaj buna değmez. Çünkü bütün müzik, bütün hayat oradan çıkıyor ve en güçlü rüya bile sözcüklerle kırılabilir, çürüyebilir. Oysa “istikrarlı hayalin” tek sınavı zaman olmalı; berbat şakalar yapan o hayalet... Gaye Su Akyol, sırrını idareli kullanmayı bilen genç bir kadın. Bizans’ın karşı yakasından, Kadıköy’den çıkıp, oyunun kurallarını değiştirmeye gelen biri. Ne diyebilirim... Evet, bir kez daha denenmeli.

Paylaş: