Bülbüllerin sesi ve Solanj’ın güzelliği…
Vefa Zat, Meyhanedeyiz.Biz için yazmıştı. Şimdi, Anason İşleri'nde.
Sabahın ilk ışıklarının yükseldiği tan yerinde bülbüllerin sesini dinlediniz mi hiç? O ne inanılmaz şeydir öyle, o ne muhteşem nağmelerdir öyle. Genellikle de Emirgan Koruluğunun yüksek tepelerinde ötüşürler. İşte o anlardan birini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Çiçek Pasajı çökmeden önce, efsanevi “Kimene” meyhanesinin cam kenarı masaları diğerlerine oranla yüksekçeydi. Bir gün bu masalardan birinde otururken, yan masadaki yaşlıca bir bey dikkatimi çekti. Giyim-kuşamı ve davranışları babacan tavırlı Prof. Cahit Tanyol’u andırıyordu. Aheste aheste içiyor, her yudumdan sonra, dalıp dalıp gidiyordu. Her dalışta da gözleri engin denizlerde ufku gözleyen usta bir kaptanın bakışlarını andırıyordu. Dertli olduğu her halinden belliydi. Onun sık sık yılgın ve hüzünlü dalışı dikkatimi daha da yoğunlaştırdı. Bir ara lavabo dönüşümde göz göze geldik. “Akşam şeriflerin ve sofra sefaların hayırlı olsun delikanlı” dedi oturduğu yerden. Ben de aynı dileklerde mukabelede bulunarak yerime oturdum. Bir süre sonra garsonu çağırıp bir karafaki ikram ettim kendisine. Böylece Mümtaz Amca ile olan dostluğumuz başlamış oldu.
Olaylı yıllardı o yıllar. 68 Kuşağı’nın özgürlükçü rüzgârları bütün ihtişamıyla sürüyordu. Mümtaz Amca, Prof. Dr.Tarık Minkâri Bey gibi kalender-meşrep kişiliğe ve Aydın Boysan Hocam gibi babacan bir yüreğe sahipti. Az konuşur, çok şey söylerdi. Ayrıca söylenmeyenleri de saygıyla dinlemeyi çok iyi bilen yüce bir yapısı vardı. Kalıba bakmazdı hiç, sürekli olarak özü arar, öze ulaşmaya çalışırdı hep. Çok yavaş içerdi, içerken de rakıya tekrar su katıp rakının doğal halini bozmazdı hiç. Hâsılı serapa gönül adamıydı Mümtaz Amca.

Bir akşam, fasıldan sonra seni bir yere götüreceğim dedi bana. Fransız Kültür Merkezi’nin arka kısmındaki bodrumda bulunan bir Rus lokantasına götürdü beni. Lüks Nermin’in yatak muhabbetli sefa yuvasının bulunduğu sokağın hemen arkasındaydı mekân. Gayet loş ve üç-beş masalık bir yerdi burası. Dışarıdan bakıldığı zaman içeride böyle bir yerin bulunduğu hiç anlaşılmıyordu. Müdavimleri de çok özel insanlardan oluşurdu. Sahipleri olan Ruslar herkesin gelmesini istemezdi pek. Bu nedenle de pek fazla bilinmezdi. Sarışın bir hanım şarkı söyler, balalayka ve akordeonla iki müzisyen eşlik ederdi kendisine. Masalardaki sohbetlere zaman zaman müzisyenler de katılır, sohbetlere lezzet katarlardı.
Orada Mümtaz amcayı bekleyen bir hanımın masasına oturduk. Masasına oturduğumuz hanım, Solanj adında bir Fransız’dı. Çok şık ve göz kamaştırıcı güzellikte bir hanımdı. Endamı ve davranışlarıyla büyülüyordu insanı. Ne kadar ilginçtir ki orada da rakı sofrası kurdurdu Mümtaz Amca. Amca diyorum çünkü ihtiyar yakışıklısıydı kendisi. Solanj ve ben otuz yaşlarında bile değildik henüz. Onlar kendi aralarında Fransızca konuşuyor, Solanj da konuşulanları İngilizce olarak aktarıyordu bana. O gece sofranın finalinden sonra Dolmabahçe sahilinde bulunan çayhane salaşına gittik. Kahvelerimizi yudumladıktan sonra Mümtaz Amca arabaya binerek ayrıldı bizden. Bebek’te oturuyordu kendisi. Ben de Solanj’ı, kalmakta olduğu Opera Oteli’ne bıraktım. Daha sonraki günlerde sıcak bir ilişki gelişti aramızda.
Günler bu minval üzerinden geçiyorken, bir akşam yine Kimene meyhanesinde buluştuk. Solanj’la birlikte meyhaneye girdiğimizde Mümtaz Amca mutat masasında oturuyordu. Ama rakı değil, şarap içiyordu bu kez. Bir süre sonra hep birlikte Rusların Bodrumu’na gittik. Giderken Mümtaz Amcanın bir çanta taşıdığını gördüm ama çantada ne olduğunu sormadım kendisine. Gece ikiye kadar orada oturup sohbet ettik. Saat ikiyi biraz geçiyordu ki, “Haydi şimdi önce Aşiyan’a, sonra da Emirgan Korusu’na bülbül dinlemeye gidiyoruz” dedi.

Aşiyan’da, sahil kenarında üst setteki ağacın altında sofrayı kurduk. Burasını bilirsiniz, Rumeli Hisar’ın hemen yan tarafında hafifçe yokuş yukarı çıkılan bir yol vardır. Bu yolun sol tarafında da o ünlü ağaç bulunur. Burası o yıllarda sefa tutkunlarının değişmez köşesi haline gelmişti. Gecelerin finali burada yapılırdı hep. Önünüzde şıkır şıkır akan boğazın serin suları, set altından yavaşça geçen araçlar ve o emektar ağaç. Pek tabii ki burada yapılan o doyumsuz sohbetler, o muhabbetler. Hem de sabahlara kadar…
Ağacın altında soframızı kurduk hemen. Meğerki Mümtaz amcanın çantasında gecenin bütün nevalesi bulunuyormuş. Yaklaşık saat beşe kadar orada içki içtik. Ardından ver elini Emirgan Koruluğu. Koruluğa girdiğimiz an Solantj’ın üşüdüğünü fark ettim, ceketimi verdim kendisine. Tam o sırada Mümtaz amca da koruluğun korucusuna bir şeyler verdi. Yavaş yavaş tepelere doğru yürüdük. Bir süre sonra düzlük bir yerde bir ağacın altına oturup bülbülleri beklemeye başladık.
Sessiz sedasız yarım saatlik bir bekleyişten sonra bülbüller ötmeye başladılar. Şakır şakır ötüyorlardı birbirlerine nazire ederek. Sanki şafağın söküşünü müjdeliyorlar gibi şakıyorlardı. Her şey susmuş, sadece onların büyüleyici çığlıklarıyla uyanıyordu yeni bir gün, yeni bir dünyaya onların çığlıklarıyla giriyorduk.
Bir yanda biz, bir yanda şakıyan bülbüller, bir yanda da hayatın o dayanılmaz sevgi kıvılcımları…
Bu unutulmaz anımı satırlara dökerken William Shakepeare’in bir dizesi aklıma geldi birden. Bakın ne güzel şeyler söylüyor bu eşsiz edebiyat dehası:
“Nasıl ki güneş her gün hem eskidir, hem de yeni
Sevgim de yenibaştan söyler her söyleneni…”
Ya söylenemeyenler…
Vefa Zat
20 09 2016 (T)
Karagümrük / İstanbul