Ata Demirerlerle (!) bir gece: “İçimden adamlar geçiyor, biliyor musun?”

Ece Temelkuran, Meyhanedeyiz.Biz için yazmıştı. Şimdi, Anason İşleri'nde. 

Meyhanede, kendini kaybediş yeri değil, bir kendine varış menzili. Hangi kapıdan girdiğine bakar...

Masa ise bir eşya değil bir eğitim müessesi. Karşında oturanın cevaplarını söküp almaz, senin sorularını değiştirir. Eğer talihliysen soru sormamayı bile öğretir. Nasıl oturduğuna bakar...

Ata Demirer’le bir gece Bozcaada’da, Battı Balık Meyhanesi’nde “düşüp kalkmamız” da üç aşağı beş yukarı böyle bir şeydir... O zaman “Haydi bakalım” diyelim Ata Demirer’in dediği gibi:

“Çek çek!”

Hakiki konuşma –yüksek müsaadesiyle ve siz de kabul ederseniz, kendisini ilk ismiyle anmak isterim- Ata’nın “Boş ver o soruları” demesiyle başladı. Sonrası bütün yönlere aynı anda ve tam yol gidebilen bir tren gibiydi. Orfozun hüznünden sakanın neşesine, trandil tekneden Doğu müziğindeki ses aralıklarına kadar türlü çeşit yerden geçildi.

Ata, denizde, karada ve havada kıpırdayan her şeyden aynı anda haberdar. Neden öyle? Kuşlar var, kuşlarla ilgili bin bilgi, balıklar var, balıklarla ilgili bin bilgi, insanlar ve insanlarla ilgili senin benim pek görmediğimiz şeyler. Ata’nın dünyası dünyanın en büyük kapalı çarşısı. Çünkü:

“Büyürken ince şeyleri görmek için çok zamanım vardı...”

Herhalde dünyanın en uzun cümlelerinden biridir bu. Bu yüzden işte o kadar büyük bir zenginlik seriyor ki önünüze konuşurken, sanki ihtiyar doğmuş gibi... Nasıl olabiliyor öyle?

“Çok zengin bir çocukluğum oldu. Mudanya ben büyürken Zorba filmi gibiydi. Rum evleri, kadın figürleri, Rembetiko filminden çıkmış gibi insanlar... Bir de ben hep kendi çerçevemle dolaştım hayatta. Yol da severdim eskiden beri. Mesela benzin istasyonunda köpekler vardır, bilir misin?..”

Anlattığı şey oluyor anlattıkça Ata... Rum evleri, kadınlar, Zorba’nın son sahnesi ve benzin istasyonundaki köpeklerin insanları bekleyişi, hepsini oluyor aynı anda. İnsan kafasının içine girip sadece onun görebildiği bu lunaparkı gezmek istiyor. Ama lunapark elbette en terk edilmiş yerinde kurulur şehirlerin:

“Tabii böyle bir şişmanlık meselesi olunca... Öyle aman aman şişman da değildim de öyle zannettirildik diyelim. Ama sonuçta oyuna katılamadığın zaman teknik direktör olmaya başlıyorsun. İzlemeye, biriktirmeye zamanın oluyor...”

Arada mezeler geldikçe Ata, meyhaneciyle aralarındaki ahbap diliyle yeni bir şeyler ısmarlıyor. “Ben her şeyden küçük küçük yemeyi severim. Her şeyi tatmak için. Ama bazen masadaki biri ritmi hızlandırır. Yeme-içme ritmini. Farkına varmadan sen de hızlanırsın o zaman. Onu sevmem bak.”

Bebek kalamar dolması yiyoruz. Ata “Bunları avlamak yasak ama bazen ağlara takılıyorlar, o takılanlardan bunlar” diye açıklıyor. Bu bebek kalamarlar, bir biçimde “özür diler gibi yaşamak” denen illetten söz ettiriyor bize ve ağlarla denize iniyoruz. Deniz, Ata’nın memleketi... Ve orfoz meselesi en mühimi:

“Orfoz, bilir misin, tornistan yapabilen tek balıktır. Geri geri yüzebilir yani. Bir de büyük orfozlar küçük yerleri sever. Benim gibi. Yeminim var benim, orfoz vurmam denizde.”

Orfoz yemini var kocaman; bir de saka yemini küçücük:

“Orhan Veli’nin ‘Saka Kuşu’ şiirini bilir misin?”

Ha deyince bilemedim, okundu:

Güzel kız, sen küçüklüğümde;
Bahçemizdeki erik ağacının
En yüksek dalına kurduğum
Öksenin üstünde dolaşan
Saka kuşu kadar
Sevimli değilsin...

"Peki ‘azat sakası’ nedir bilir misin?"

Bilirim de bilmeyenlere gelsin: Saka kuşlarını tutarlar adamlar, sonra cami önlerinde, kuş pazarlarında satarlar ki, alan azat etsin, sevap alsın. Bağırırlar, kuşları önce tutup sonra özgürlüğü lütfedenler: “Azat buzat! Cennet kapısında sen beni gözet!”

“Küçükken köyde bir arkadaşımla sapan yapmışız. Bu bir saka vurdu. Saka yaralandı. Ben de avucuma aldım ki götürüp tedavi edeceğim. Aldı elimden ‘Ne tedavisi be!’ deyip koparıverdi kafasını. O gün bugün sakalarla ilgili de yeminim var. Tutulmaz çünkü saka, kafes kuşu değildir. Uçacak o, gezecek. O yüzden bir bakla tarlası aldım Ada’da. Fıstık çamları diktim. Şimdi yüzlerce saka kuşu oluyor orada. Gidiyorum, masayı kuruyorum oraya, dinliyorum. Mutluluk almak gibi işte... Saka ses toplar, bilir misin?”

Nasıl yani?

“Saka uçtuğu yerlerden sesleri toplar. Mesela Romanya’dan bir başka kuşun sesini, Almanya’dan duyduğu bir sesi, bir tarla kuşunun kur yapma sesini... Kendi ötüşüne ekler bu sesleri. Yani sakaları dinlediğinde bütün gittiği yolları da dinlemiş olursun.”

Böyle dantelli bir hikâyenin tam ortasında, aniden başka sesle, başka bir insanmış gibi konuşmaya başlıyor Ata. İçinden birden karakterler çıkıveriyor. Diyelim ki korktuğu bir şeyi söyleyiveriyor bir komik karakter, başka bir karakter utandığı bir başka şeyi, bir başka ses çıkıp geliyor bir sır veriyor... Tornistan yapmasını, küçük yerlerde saklanmasını bilen kocaman orfoz gibi...  Kalbinin ta dibinden bir saka konuşuyor; yaşadığı, izlediği, geçtiği hayatın bütün seslerini ötüşüne ekliyor... Sonra da saniyenin binde biri bile dalgınlaşsa bakışı “Haydi bakalım” diyor, “Durmak yok! Yasas! Çek çekçek!”

Bu Ata’nın pek sevdiği bir ötüşü!

Peki öyle bir Zorba filminden çıkıp, küçük yerin neşesinden gelip İstanbul’un kötülüğüyle karşılaşmak nasıldı?

“Kötülük anakaraya bağlı bir şey değil” diyor Ata ve İstanbul’a o ilk gelişindeki lacivert takım elbiseyle başlıyor anlatmaya:

“Alatura denir, bilir misin? Müzisyenlere verilen bahşişler yani. Ben işte Erdek’in Küçük Emrah’ı gibi bir şeyim o zamanlar. Böyle kürkün üzerinde klavyeli piyanist şantör yani. Sarı badanalı bir müzisyen evinde kalıyorum. –Burada nağmeli birkaç örnek veriyor Erdek gecelerinden- Neyse işte çok para toplamışım, tomarı da yoğurt lastiğiyle tutturup koymuşum kıç cebime, İstanbul’a konservatuar sınavına gelmişim. Ertesi günü sınav var ama Splendid Otel’de çalışan bir arkadaşım yer ayarlamış bana orada kalacağım Ada’da, sonra sabah sınava İstanbul’a. Gittik otelin barına, Agatha Christie gibi kadınlar! Bambaşka bir ortam. Tabii para zonklamaya başladı kıçımda. Bilmiyoruz da bir şey, bir şişe Malibu ısmarladık! Şişeyle bak! Tomar açıldı tabii. Fakat klavyede alacağım o parayla, hesaplıyorum bir yandan. Neyse sabah oldu, sınav. Ben giymişim lacivert takım elbiseyi, ciddiye alıyorum ya! Baktım adamlar küpeli müpeli. Şan bölümünü kazanamadım. Hocam çok iyiydi aslında, Zeki Müren’in udcusu ama ne olsa yine o gazino havası geçiyor sesine. Nağme yapıyorsun filan. Oradan hemen temel bilimler sınavına girdim. Orada ses basıyorlar, ses veriyorsun. Nağme yapma şansın yok yani! Kazandık! Neyse taşındım Şişli’de dört duvar bir eve. Aşağıda durmadan at yarışı oynayan bir adam, yukarıda annesiyle bir çocuk. Bir tane boks torbası aldım. Böyle tuhaf bir karakterim; Sait Faik’le Van Damme arası bir şey! Hani yani koltuğumun altına bir şişe rakı bir palamut alıp eve gidiyorum sonra torba yumrukluyorum!”

“Şöhret merdivenleri”  diye bir şey yok aslında; kurtulmak, birilerini kurtarmak ve ayakta kalmak diye bir şey var:

“O ev mesela işte dört duvar bir yer... Sinema bana büyülü bir tünel gibi geliyor, biliyor musun? Ben Eyvah Eyvah’ı ilk yazarken böyle bir evden kurtulmak için yazmıştım. Kendi kendini tedavi etmek arzusu, aşk arzusu... Yazdığım o yerlerde olmak... Müjgân gibi birine âşık olmak arzusu...”

Ve bir kere daha:

“Haydi bakalım! Yasas!”

Çocukluk aşkı Banu...

Arada aniden bir flash-back:

“Çocukluk aşkım vardı benim: Banu! Ama tabii ben İbrahim Tatlıses gibi âşık olmuşum, ağacın altına çöküyorum, sevmiyor beni filan...!”

Bir kahkaha! En acıklı hallerine gülmek... Benim gibilerde de böyle gülmeler, bir perdeyi aralamak, her ne demekse “gerçeği” görmek ihtirasını canlandırır. Fakat Ata her şey gibi bunun da farkında, lafa ip atlatıyor:

“Aileden gelen bir şey bu. Benim dedem Ahıska Türklerinden Kurşun Kaçar! İki metre boyunda, meddah gibi bir adam. Pazar günleri Hıngal diye bir Gürcü yemeği var, o yapılır, gülünür... Bak o Şişli’deki evde de, annem gelmiş, kardeşim gelmiş, eski montların cebinden para arıyoruz, durum öyle yani. Ama ağlanacak halimize gülüyoruz sürekli. Mesela bir yazı Polis Necdet karakteriyle geçirdik. Ben bir yerden megafon buldum. Polis Necdet balkondan bütün mahalleye emirler veriyor! Bir yaz buna güldük mesela.”

Arada Assos’ta ilk kez sahnede kahkaha attırmanın tadını alması var, Leman Kültür Merkezi’nde ilk sahneye çıkış macerası var, gerilimler, terslikler, parasızlık hep var zaten, aniden Sezen Aksu’nun araması ve o fakirlik içinde buna inanamayış var, Sezen Aksu’nun “Ben gerçekten Sezen Aksu’yum” deyişi... Hep de gülüyor anlatırken. Güldükçe, kahkaha büyüdükçe bende de şüphe büyüyor. Bir gün, o anlatmadığı ama hep sezdirdiği dramı yazar mı acaba? Güldürmek için değil de beraber ağlamak için bir film yapar mı diyelim ki? O zaman ilk kez başka bir yüzle ve sanırım sadece kendi kalbinin sakasına ait bir sesle konuştu:

“Bak bu dram işi konforlu iş. Benim için çok kolay. Ama mizah... Mizah, doğal dengeye muhalefettir! Bunu öyle bir kenara atamazsın. O zaman işte ötüşünü unutan kuşa benzersin. Biliyor musun, Freud yazmış, espriyi hazırlayan mekanizmayla rüya mekanizması birbirine çok benziyormuş. Eğer bunu yapabiliyorsan, ağlanacak hale güldürebiliyorsan, onu ciddiye alacaksın. Çalışacaksın. Zor olan odur çünkü, hayatın dramlı terkibine direnmektir!” 

Aldım cevabımı, terbiyemle oturdum. Bazen de yıkmamak lazım perdeyi, eylememek lazım sahneyi viran! Çünkü her sahne hakikatin kalasları üzerinde durur, çok kurcalamamak lazım. Kurcalamak da kibirdir zira. Neyse! Haydi bakalım! Yasas!

Trandil denen süngerci teknesi  

Sonra Ata trandil denen süngerci teknesi adının Yunanca “trikantino” yani “üçte biri” sözcüğünden geldiğini, trandillerin eninin boyunun üçte biri olduğunu anlattı, onlardan hiç kalmadığını... Kaptanlığını anlattı, kıran rüzgarının dağdan denize aniden esen sert rüzgar olduğunu, “Deniz su birikintisi değildir, saygı duyacaksın,” dedi... Kuşlarla ilgilenmeyi ihtiyarlığına ertelediğini çünkü kontrol saplantılı bir insan olarak kuşlara “Ama şimdi yanlış öttünüz!” diyebileceğini anlattı, ünlüleri görünce hâlâ utandığını, ama en çok methedilmekten utandığını. Ortaköy’de bir barda ilk çıktığı gösteriyi gümüşçüden aldığı masa lambasını sahneyi aydınlatarak yaptığını anlattı....Güldü, güldü, kendini taklit etti, başkalarını da, çok güldürdü... Sonra oturdu, meyhanede âdet olduğu üzere peçetenin üzerine çize çize “makam” denen şeyin gizemini anlattı. Durdu, durdu sonra, “İçimden adamlar geçiyor, biliyor musun?” dedi, “Bütün dünya radyolarını dinleyen Çekoslovak bir çocuk gibiyim!

Bozcaada’dan dönüşte Ata Demirer’in yakın zamanda çıkan Alaturka albümünü dinliyorum.

“... Sevip de her zaman gülen var mı? Ben seviyorum demek çok kolay, çok kolay... Haydi, öl denince ölen... ölen var mı?”

Evet, evet Ata haklı. Gülmek en iyisi... Ağlamak biraz yaşamaya üşenmek gibi...

Fotoğraflar: Öykü Akın LeVillain

Paylaş: