Bülent’in esnaf meyhanesi...

Vefa Zat, Meyhanedeyiz.Biz için yazmıştı. Şimdi, Anason İşleri'nde.

1950’li yılların başlarında, Samatya’nın Narlıkapı Çıkmazı’ındaki altıncı binada en büyük ağabeyim Osman Efendi otururdu. O yıllarda ben de onlarda kalırdım. Oturduğumuz bina kayıkhane olarak inşa edilmiş, daha sonra tadil edilerek üç daire haline getirilmişti. Binanın giriş kısmının sağındaki dairede Termize hanımlar, üst katta ev sahipleri, onların altındaki katta da biz otururduk. Binanın ön kısmı tamamen deniz üzerinde olduğu için rüzgârlı havalarda dalgalar sürekli olarak binanın içinde hissedilirdi. Termize hanımların yan tarafındaki kapıdan kayıkhanenin bahçesine çıkılırdı. Bahçenin sol tarafında, denize bağlantısı olan ‘livara benzer’ büyük bir havuz vardı. Bu havuzda balıkları canlı olarak muhafaza edebiliyorduk. Havuzun yanından denizin üzerine inşa edilmiş betonarme terasa çıkılırdı. Yaz aylarında buradan denize girer, terasta güneşlenirdik. Teras, Narlıkapı kumsalının sonuna kadar uzanan çok güzel bir manzaraya hâkimdi.

1953 yılında bir gün, mahalle arkadaşlarımdan biri çarşı meydanındaki meyhanelerden bir tanesinin ‘miço’ (komi) aradığını söyledi. Böylece elimde tepsiyle kendimi Bülent’in esnaf meyhanesinde buldum. On iki yaşındaydım o günlerde. Kimi zaman renkli, kimi zaman üzüntü ve acılarla dolu, ama her şeye rağmen dopdolu bir serüven böylece başlamış oldu. Bir ömür boyu sürdü bu serüven… Ama hiç pişman olmadım. Çoğunlukla mutlu oldum hep. Sevgi dolu duygularla hizmet ettik bu serüvende sürekli olarak. Kimi zaman da bize hizmet etme nezaketini gösterdiler. Sağ olsunlar… Hep dostluğa, dostlarla koştuk. Ömre bedel bu serüvenin her etabında ne dostlar bizi bıraktı, ne biz onları. Bırakamazdık, çünkü raconu buydu bu işin. Ne de olsa dostlar sofrasının bir parçasıydık.

Bülent’in esnaf meyhanesinde işe başladığım ilk gün, etrafı iyice süpürüp camları sildikten sonra mavi ve siyah renkli boncuklu sineklikleri kapının yan tarafında asılı olduğu yerden çıkarıp, salıverdim aşağıya. Şıkır şıkır diye hoş bir ses yükseldi birden. Ses öylesine hoşuma gitti ki, elimin tersiyle bir sağa bir sola tekrar iyice şakırdattım sineklikleri. Bir süre öylece seyrettim nazlı nazlı sallanan boncukları. Şıkırtıların durmasıyla ürkütücü bir sessizlik oldu birden. Sessizlikle birlikte büyük bir hüzün çöktü içime. Buz gibi güvensizlik sardı tüm benliğimi. Çocuksu duyguların ürkek fırtınasına kapıldım o anda. Bir gün benim de bisikletim olacak mı diye sayıkladım. Kâbus dolu güvensizlik, kupkuru anlamsız sessizlik… Ne kötü… “Yaşamın gerçeği neydi acaba?” diye yırtıcı bir ses yükseldi küçücük kalbimde.

Tam bu sırada, “Ulen Miço, baksana buraya” diye kavruk bir sesle kendime geldim. Meyhanenin giriş kapısının hemen yanındaki masada oturan ince yüzlü, soluk benizli adam çağırıyordu beni. Yanına gidip, “Buyurun efendim, bir arzunuz mu var?” diye sordum. Bir tabak ‘lobya’ getir diye emir buyurdu. Lobya tabiri İstanbulluların kullandığı bir tâbir değildi. Bu adam Egeli, İzmirli olmalı dedim içimden. Çünkü İzmir’de kuru fasulye için çok kullanılırdı bu tabir. “Lobya yok, size güzel bir ‘barbun’ pilâki getireyim, içeceğinizin yanına bayağı uygun düşer,” dedim gülümseyerek. Babam da sevdiği için bu kadarını biliyordum artık. “Haydi getir bakalım altın saçlı delikanlı, barbun ya da barbunya pilâkinizi görelim hele” dedi alaylı bir üslupla.

Vay efendim vay, adam delikanlı dedi bana, aman efendim aman, ne gam kaldı içimde, ne hüzün. Hemen seğirttim mutfağa, yarımca porselen çukur yemek tabağını ağzına kadar barbunya pilâkiyle doldurdum. Ardından, hemen ince yüzlü, iyi kâlpli adama götürüp, oldukça itinalı bir şekilde masanın üzerine bıraktım tabağı. Bıraktım bırakmasına ama ince yüzlü adamın suratında sert bir ifade oluştu birden. “Ne ulen bu, bu ne, ödünç mü veriyorsun pilâkiyi, delikanlı dediysek vur da öldür demedik ya” diye çıkıştı.

Ardından, “Al bunu götür, adam gibi bir pilâki getir,” diye ekledi. “Pilâkinin adam gibisi nasıl oluyor ki” diye sorduğumda, “Küçük bir tabağın sağ tarafına bir-iki kaşık pilâki koy, üzerine ince doğranmış maydanoz, sol tarafına iki dilim domat, domatların yanına da bir dilim limon ilave et, ama limon yatak limonu olsun, hem de dişi limon olsun” diye sıraladı yavaş yavaş. “Yatak limonu, limonun dişisi, bir-iki kaşık pilâki, iki dilim domat, ince doğranmış maydanoz” diye saymaya başladım içimden. Öte yandan soluk benizli adam amma da çok şey biliyormuş diye başımı kaşırken, omzumda bir el peyda oldu birden. Döndüm, bir de baktım ki ustam Bülent bıyık altından gülümsüyor. “Gel bakalım tavşan, kabahat sende değil bende, yerleri silip süpürüp üç-beş bulaşık yıkadın diye seni “ortacı” (saki) olarak hizmete sürersek bu sonuca hiç şaşmamak gerekir” dedi.

Bülent ustanın yedeğinde tıpış tıpış girdik mutfağa. Soluk benizli adamın tarif ettiği gibi pilâkiyi hazırlayıp elime tutuşturdu Bülent Usta. Ardından, “Haydi meyhaneye hoş geldin” diyerek yüreklendirdi beni. Pilâkiyi bu kez daha bir gururla koydum konuğumun önüne. Tatlı bir tebessüm belirdi ince yüzlü konuğumun yüzünde. “Yaa, işte adam gibi pilâki, adam gibi rakı sofrası böyle olur” diyerek başımı okşadı. “Sana da bu yakışır” diye ekledi. Ardından, “Bu işi iyice öğrenmek istiyorsan, önce Ermenilerin yanında çalış, sonra da alabilirsen diplomayı da bir Rum’dan al, diplomanın imzasını biz atar, mührünü de biz basarız. Bu üçlü olmazsa eğer, bir ömür boyu eksik kalır, yavan yaparsın bu mesleği. Bu söylediklerimi sakın unutma emi” diyerek sözlerini sürdürdü.

Sarı benizli adam sözünü tamamladıktan sonra “dana gözü” dediğimiz on kuruşu ceketimin cebine usulca koyuverdi. Dana gözünü kapınca hindi gibi kabarıp, böbürlendim içimden. O anda Bülent usta, “Ulan tavşan, kurşun asker gibi ne dolanıyorsun ortalıklarda, buraya gel, gel de mutfaktaki sinekkapanları değiştir, bulaşıkları yıka” diye bağırmaz mı? Bir anda forsumuz beş paralık oldu, başım omuzlarımın arasına gömüldü. Hızlı adımlarla tekrar mutfağın yolunu tuttum.

İşte benim bir ömür boyu süren serüvenim de böylece başlamış oldu. Bütün güzelliğiyle hâlâ da devam ediyor.

“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” diye ne güzel söylemiş bilge kişi. Gerçekten de öyle, hayali bile cihan değer…

Sofranız bereketli, sohbetiniz daim olsun efendim. .

Vefa ZAT
19 06 16
Karagümrük / İstanbul

Paylaş: